Janset Berkok Shami edebiyatçı, ressam ve kukla yapımcısı. Bu çok yönlü sanatçılığını İngiltere, Amerika ve Kanada’da çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanan öykülerine de yansıtıyor. Canlı ayrıntılarıyla bir tablo gibi işlediği etkileyici olayları yalın bir anlatımla ve ustalıkla dile getiriyor.
KAFDAV’ın 22-25 Eylül tarihlerinde yaptığı uluslararası sempozyum sırasında sohbet etme imkanımız oldu kendisiyle. Antropolog kızı Setenay Shami ile birlikte gelmişti sempozyuma. Ünlü tarihçi yazarımız İsmail Berkok’un kızı aynı zamanda Janset Berkok Shami.
Bir çok yazısı, öykü kitapları, piyesleri bulunuyor. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin İngiliz Edebiyatı bölümünü bitirmiş. Babasının görevi dolayısıyla Ankara’da yaşamakta iseler de yazları İstanbul’da geçirmişler. Ürdün’lü, Çerkes bir doktorla evlenip Ürdün’e yerleşmiş. Eşi, İngiliz Kültür Heyeti tarafından, ihtisas yapmak üzere Londra’ya gönderildiğinde kendisi de Londra’da Queen Mary kolejinde mastırını yapmış. Sohbetimiz esnasında “İstanbul’dan ayrıldığımda, yerini yurdunu arkada bırakan herkes gibi, benim de hayatım ikiye bölündü.” diyor. Bu bölünüşün İngilizceyle Türkçe arasında kalmasına yol açtığını bununsa yazı hayatında da önemli bir rol oynadığını anlatıyor bize.
İki tane çocuğu var Janset hanımın, oğlu doktor/cerrah, kızı ise antropolog. Eşini iki sene evvel kaybetmiş, halen Ürdün’de yaşıyor.
Janset hanım yazı yazmaya nasıl başladınız?
Yazı yazmaya çok evvel başladım, hatta çocukken bile yazardım. Çünkü babam yazar, annem yazar, biz de yazıyorduk işte. İngiliz Edebiyatı bölümünde öğrenciyken Akşam, Zafer gibi gazetelerde değişik konularda yazılar yazmaktaydım. Daha sonra radyo piyesleri yazmaya başladım. Yazdığım piyesler Ankara ve İstanbul radyo istasyonlarında temsil ediliyordu. Türkiye’den ayrıldıktan sonra Ürdün’e yerleştiğimde, vatan hasretiyle kavrulmaktaydım. Tek teselliyi kitaplarımda ve klasik müzik koleksiyonumda buluyordum. Londra’ya gittiğimizde ise BBC Türkçe Servisi için haftalık programlar hazırlamaya başladım. Aynı zamanda İngiliz dergilerinde yazıyordum. Çünkü artık Türkçe yazamaz oldum. Orada Türklerle alakam kesildi, o yüzden İngilizce yazmaya başladım. İngiltere’deki bir dergide birkaç hikayem çıktı. Fakat o dergi kapandı.
Kocamın ihtisasını tamamlanıp Ürdün’e döndüğümüzde ben iki çocuk annesiydim. Sorumluluklarımın artması yazılarıma devam etmeme engel oluyordu. Ben de bunun üzerine durdum ve biraz da boş kalmayayım diye kukla yapmaya başladım, sanata ilgim vardı, biraz da çocukları tatmin etmek için ona başladık.
Yaptığınız kuklalarla da televizyon programı yapmaya başladınız değil mi? Bunu biraz anlatır mısınız?
Çocukları eğlendirmek için kukla yapmaya başladım. Bu sanat yoktu orada zaten. Televizyon da yoktu Ürdün’de henüz. Televizyon başlayınca beni televizyona davet ettiler, çocuk programı yapmaya başladık. Bu programlar için çocuklarım da yardım ediyorlardı bana. Yani kukla oynatmakta çocuklarım yardım ediyordu. Programın “Tatlı bebeklerin dünyası” gibi bir ismi vardı. Kukla oyunu Arap memleketlerinde bir tek Mısır’da vardı. Ürdün’de ilk defa yapılıyordu böyle bir şey, Türkiye’de de vardı kukla, çocukluğumuzdan beri görürdük ama televizyonda yoktu, belki şimdi var bilmiyorum. Yaptığımız seriler komşu ülkelere satıldı, onların televizyonlarında da gösterildi. Bugün bile programlardan bir ikisi Ürdün televizyonunda ara sıra gösteriliyor.
İşte bu uğraşla birkaç senemiz geçti böyle. 68’le 73 arası televizyonda çalıştım. Daha sonra çocuklar büyüyüp gidince yazıya devam etmeye başladım.
Ne tür kuklalar yaptınız? Bunların içinde Kafkas bebekleri de vardı değil mi?
Kafkas bebekleri de vardı ama sadece onlar değil, dünya bebekleri yapıyordum ve dünya memleketleri hakkında konuşuyordum. Nasıl giyinirler, nasıl dans ederler, nasıl konuşurlar? Bunu anlatmaya çalışıyordum.
Peki yaptığınız resimlerden de bahsedelim mi?
Kuklayı bırakınca 73 senesinden sonra resim yaptım bir müddet, sergiler falan açtım. Londra’da Beyrut’ta ve Bağdat’ta sergiler açtım. Ondan sonra da tekrar yazıya geri döndüm. İlk yazdığım roman “Cages on Opposite Shores” New York’ta basıldı. Sonra bunu Aksoy yayıncılık burada “Anahtarsız Kafesler” ismi altında Türkçe bastı. 1996-97 gibi pekiyi hatırlamıyorum şu anda tarihini, onlar bastı. Daha sonra kısa hikayeler yazmaya devam ettim. Ben aslında kısa hikaye yazıcısıyım. Bu hikayeler, birçok dergide, Amerika’da, Kanada’da, Yeni Zellanda’da birçok yerlerde yayınlandı.
Çerkesler konulu bir öykü veya roman yazmayı düşünüyor musunuz?
İşte bu konferansa bunun için geldim. Belki bana bir ilham gelir dedim. Buradaki konuşmalardan bir şey çıkarırım dedim. Çünkü ben İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm. Kızım araştırma yaptığı zaman ancak Uzunyayla’ya gittik. Çerkes adetlerini, Çerkes geleneklerini bilmedim. Tamamen bir Türk gibi büyütüldüm ve bu benim kabahatim değil, ailemin kabahati. Onun için bilmediğim bir şeyi yapmaya çalışıyorum yani. Bu yüzden tekrardan öğrenmeye çabalıyorum. Artık lisanı öğrenemem ama dedim bu konferansta bir his bir şey gelir belki, istiyorum. Maksat bu. Kızımı da bunun için teşvik ettim, ta Amerika’dan buraya gelmesini, o çünkü henüz dönmüştü Amerika’ya. Çok seyahat ediyor, iş icabı. Mutlaka gitmelisin dedim, Çerkeslere biz borçluyuz bunu, dedim. Bir Çerkes olarak bunu yapmamız lazım dedim ve işte geldi. Çerkeslik konulu yazmak istiyorum ben de çok istiyorum.
Peki diasporadaki Çerkes edebiyatı konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu konuda sizce yeterli çalışma var mı?
Bu konuda Çetin Öner çok iyi bir yazar. O da birtanecik kitap yazdı, ondan sonra çocuk kitaplarına döndü. Dağlara yazılıdır kitabı çok güzel bir kitaptı, ama bir tane kitapla da olmaz. Bu yüzden orada da bir şey alamıyorum. Bir sürü kitaplar olsa okusam, ben de böyle yazarım desem… Kitaplar yazıyorlarsa da edebi değil. Çetin Öner’in kitabı gerçekten edebi bir kitaptı. Edebi olup böyle şatafatlı cümleler demek istemiyorum. Başka bir tarzı vardır edebi kitabın. Bu duruma çok üzülüyorum ben. Bazen bir takım kitaplar veriyorlar bana, okuyamıyorum bile, edebilikle alakası yok.
Gençlerimize ne söylemek istersiniz?
Gençler bence kültür üzerine durmalı. Yazı, müzik ne bileyim mimari, heykeltıraşlık, resim her alanda bunu ilerletmeleri lazım ama söylemekle olmaz bu havayı yaratmak lazım.
Müziklerimiz konusunda, Nart televizyonu var biliyorsunuz Ürdün’de. Orada arada çok güzel müzikler de çalıyorlar, eski müzikler. Şimdi bu müzikleri toplayıp, geliştirecek, öbürlerini de temizleyecek birisi lazım. Ben artık genç değilim, bunları yapacak durumum yok, kaç senem kaldı…
Muhittin Kandur’un filmi “Cherkess” varya, Ürdün’de çok alaka gördü. Burada hiç alaka görmemiş, niye böyle anlamadım. Bence gayet güzel bir filimdi. Sonrasında beğenmeyen daha iyisini yapsın, Muhittin bey bir yol açtı.
Janset Berkok Shami Kardeşleri ile birlikte
Peki babanız General İsmail Berkok’dan bahseder misiniz biraz da?
Babam ben 27 yaşındayken öldü. Hatta babam öldüğünde onunla sadece bendim, Londra’da öldü çünkü. Kanserden ameliyat oldu, onun neticesi ameliyattan sonra öldü. Çerkesler gelirdi giderdi bize hep ama biz okuyorduk. Biz onlarla oturmazdık yani başka odalarda otururduk, derslerimizi yapardık ve babam kendisi Çerkeslerle çok ilgili olmakla beraber bizimle bunlar üzerinde konuşmazdı pek.
Babam Uzunyayla’nın Yağlıpınar köyünden İstanbul’a gelmiş. Gelme nedeni ise çok güzel Kur’an okuduğu için kabiliyetini görüp “Yazık bu çocuğa, köyde kalırsa hiçbir şey öğrenemeyecek.” demişler. Bir ablası bir paşayla evliymiş İstanbul’da, ona mektup yazmışlar; “eğitimini orada görmek için yanınızda kalabilir mi?” diye. O da “kalabilir” diye cevap vermiş. Ama tabi o tarihlerde mektuplar Allah bilir ne kadar zaman sürüyordu. Mektupların gitmesi gelmesi… Neyse, babam peki dendiği için yola çıkıyor. Oraya vardığında ablası ölmüş. Bu aile ise ablasının evlendiği şahıs Türkmüş, buna çok fena muamele etmişler, merdiven altı gibi bodrum gibi yer vermişler. Mum ışığında falan çalışarak askeri okula girmeye muvaffak olmuş ve çalışkanlığından dolayı da mümessil yapmışlar. Bir gün öğretmen babama, “Anı yaz, şu notları al demiş, şu notları tut.” İşte söylüyor öğretmen nokta virgül falan diyor. Babam Türkçe bilmediği için yazıyor ama noktaları virgülleri de kelime olarak yazmış. Ondan sonra öğretmeni “oku bakalım ne yazdın” diyor. Babam da okuyor işte “buraya geldim nokta, bana söylediler ki virgül…” “Ver bakayım şu ödevini” diyor öğretmen, “sen ne biçim yazmışsın, hiçbir şey de bilmiyormuşsun” diyor. Babamsa “Anı dediniz ya” diyor. Biliyorsunuz Paşabahçe’de bu askeri okul boğazın Anadolu kıyısında. Babam, “dağlara çıkardım yükseklere, etrafa bakıp ne görürsem onları yazardım” diyordu; vapur geçti… vs. İlk yazım böyle başladı diyordu.
Janset hanım, Babanızın yazdığı kitaplardan bahsedecek olursak İsmail Berkok’un tarihimizle ilgili çok çok önemli bir kitabı var “Tarihte Kafkasya”. Bu kitabın İsmail bey öldükten sonra basıldığını biliyoruz. Merak ettiğimiz bu kitap bir bütün halinde hazır yayınlanacak tarzda mıydı, yoksa metinlerden siz mi birleştirdiniz? Bunu neden soruyorum; dipnotlar göremiyoruz kitapta.
Babam bu kitabı bitiremeden öldü. Dipnotları da yazacaktı herhalde. Babam 54’te öldü, kitabı annem 58’de bastı. Basmaya karar verince, o zaman bu çok mühimdir, kağıt kıtlığı vardı Türkiye’de. Kitabın değerli olduğunu ispat etmeniz lazımdı, kâğıt izni alabilmek için. Annem bu izni aldı, İzmit’te galiba fabrika var, kamyonla oraya gitti, kamyonla kâğıtları taşıdı. Hatta dedi ki; matbaaya götürünce matbaacı “siz bu kitabı basmayın, bu kâğıtları bana satın, daha iyi kâr edersiniz” demiş. Annem de “biz bunu kâr için yapmıyoruz, bir ideal için yapıyoruz” demiş. Kitap hale gelmeden evvel, ben çocuklarımla gelmiştim Ürdün’den; annem beni bir odaya koydu, “hadi bunun üzerine çalış, bunu düzelt” dedi. Ben de mümkün mertebe üzerinde çalıştım. Ama o da çok kısa bir müddet oldu, 1 ay falan gibi. Sonra dipnotları tabi ben bulamazdım onu kendisinin bulması lazımdı.
Atatürk’le ilgili de bir kitabı varmış değil mi?
Evet, o kitabını Milli Müdafaa Vekaleti babama yaz demiş, o da yazmış. Atatürk diye büyük bir kitap, aşağı yukarı Nart dergisinin çapında büyüklüğü, kalın bir kitap.
Peki henüz yayınlanmamış notları var mı?
Var. Birtakım böyle notları var babamın. Çünkü Kafkasya’ya gitti biliyorsunuz iki kere harp zamanı. Fakat bunlar tabi eski yazıyla, Osmanlıca. Biz okuyamıyoruz. Birçok insan bu notları almak istiyorlar, ben de vermiyorum. Çünkü belki içinde şahsi şeyler var bilemem ki, evvela bizim bir okumamız lazım. Ondan sonra verilebilir, belki bir kısmı verilir, bir kısmı verilmez, doğru değil mi?
Evet haklısınız, içeriğini gördükten sonra ilerde yayınlamayı düşünüyor musunuz, şu aralar yayınlamayı düşündüğünüz bir kitap var mı?
İşte bakalım bir gün vaktimiz olursa ben olmazsam da ölürsem, kızım, hala eski Osmanlıcayı okuyanlar devam ediyordur. Bunları okutup bir şey yapabilir, değerlendirebilir. Sonra ben Tarihte Kafkasya’yı babamın kitabını tercüme ettim İngilizceye. Bir de İngiliz basımevi varmış. İsmi de Kafkas is World gibi bir ismi var şimdi unuttum, onlar basabilecek fakat redakte lazım, üzerinde çalışmak lazım. Kızımın vakti olmuyor ki kendi işlerini görmekten. Beraberce oturup yapabilsek şimdi, kocaman kitap yani, 350 sayfa kitap. Ben baştan sona yaptım, yavaş yavaş 1 sayfa 2 sayfa bitirdim.
Bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyoruz size.
Ben teşekkür ederim.