VLADİSLAV ARDZINBA
1945 – 2010
4 Mart (2010) sabahı, Vladislav G. Ardzınba’nın öldüğü haberi ile uyandığımda güçlü bir zembereğin harekete geçirdiği mekanik misali giyindim, dışarı çıktım, Anadoluhisarı’nın Göksu-Küçüksu derelerinin Boğaz’a ulaştığı yayda voltalamaya başladım. Küçüksu Kasrı kenarından gözlerimi denizin, düşüncelerimi zamanın akışına bıraktım.
Bir sigara tellendirip efkarımı Velimir Hlebnikov’un dizeleriyle üfledim;
“Yıllar, insanlar ve halklar akarsu gibi
Ebediyyete akıp gözden kayboluyorlar.
Kâinatın esnek aynasında
Yıldızlar balık ağı, balıksa bizler
Tanrılar, karanlıktaki hayaletlerdir.”
Velimir Hlebnikov-1915
Şair, tam da o anki duygu – düşünceme tercümandı. Evet, yıllar, insanlar ve halklar akarsu gibiydi. Ve akıp gidiyorlardı. Ve Ardzınba, tarihe büyük bir çentik atarak ebediyete akıp gidiyordu…
? ? ?
Yirmi yıl geriye…
Ardzınba’yı, 20 yıl kadar önce Abhazya’yı ilk ziyaretimde tanımıştım. O zaman, ekonomi editörü olarak çalıştığım Hürriyet Gazetesi adına, Türk-Sovyet Karma Ekonomi Konseyi toplantılarını izlemek üzere Moskova’ya davet edilmiştim. Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’den 1 hafta ek izin koparmış, Moskova programı sonrası, Sovyet Yazarlar Birliği’nden Radi Fiş ve Vera Feyenova’nın yardımları ile Abhazya’ya gidebilmiştim. Gorbaçov’un “glasnost” ve “perestroyka” fırtınası devam ediyordu ya, yine de 23 Ekim 1989’da, Moskova’dan bir uçağın diğer yolculardan tecrit özel bölümünde, bir başıma yolculuk ederek Sohum’a ulaşmıştım. 130 yıl sonra anavatanla kuçaklaşmanın coşkusu, doğal güzelliğin ve 87 derecelik “çaça”nın sarhoşluğu, akrabalar, yazarlar, şairler, parlamenterler, bakanlar derken, 27 Ekim günü, Abhazya Tarih ve Bilim Enstitüsü Başkanı (1988’de bu göreve seçilmişti) ve SSCB Halklar Meclisi üyesi (Bagrat Şinkuba ve Fazıl İskender ile birlikte 1989’da Abhazya’yı temsilen seçilmişti) V.G. Ardzınba’nın odasındaydım.
Moskova’da Sovyetler Birliği Bilim Akademisi Doğu Bilimleri Enstitüsü’nde Orta Asya tarihi ve kültürü üzerine doktora yapmış, 40’dan fazla bilimsel çalışmaya imza atmış bir akademisyenken o yıl Sovyetler Birliği’ni sarsan ve Abhazya’yı da içine alan büyük değişimin anaforunda politikaya sürüklenmişti. Abhazya’da tanıdığım kişiler içinde en etkileyici olanıydı ve hiç kuşku yok ki herkesten bir adım öndeydi.
Eski Sohum Limanı’na bakan Enstitü binasındaki ofisinde 4 dilin (Abhazca, İngilizce, Rusça Türkçe) harmanlandığı 1,5 saate yakın görüşmemizde, o Abhazya’nın ve Abhazya’dakilerin ahvalini anlattı, ben de Türkiye’nin ve Türkiye’dekilerin… Ardzınba’nın ‘etnik content’nde Türklük vardı. Annesinin baba tarafı Abhazlaşmış Türktü, Osmanlı’dan kalan…
Abhazya kritik bir sürece girmişti. Sovyetler dağılıyordu ve yerine neyin konacağı henüz belli değildi. Gürcistan’da Abhazya’yı ilhak heveslisi milliyetçiler Zviad Gamsahurdiya öncülüğünde güç kazanıyordu. Kısa süre önce, 1000 kadar milliyetçi Gürcü militanın Abhazya’ya saldırısı 16 kişinin öldüğü çatışmalarla püskürtülmüştü. 3-4 ay içinde Abhazya’da parlamento seçimleri yapılacaktı ve Ardzınba, Abhaz ulusal hareketi Aydgılara (Birlik) tarafından öne çıkarılan adayların başında yer alıyordu.
“Abhazya için yeni bir gelecek başlıyor. Buraya gelmeli ve bize katılmalısın” derken, daha şimdiden Abhazya’nın yakın geleceğine hükmedeceğini biliyor gibiydi. Henüz politikanın yenisiydi ama inandırıcılığı ve ikna gücü yüksekti. En azından bana söktü… Temkini elden bırakmadan, “olur, düşüneyim” dedim. Ama en az bir yıl sürecek mazeretim vardı.
30 Ekim’de Abhazya’dan yüksek duygular ve karmaşık düşüncelerle ayrılmıştım. Söz yerindeyse vurgunu yemiştim. Sohum-Batum arasını serçe uçuşlu küçük bir pervaneli uçakla katedip, henüz yeni açılan Sarp sınır kapısından geri dönmüştüm. Üç beş gün içinde, İstanbul’un da, gazeteciliğin de, yaşamımın da katlanılmaz derecede sıkıcı olduğunu anlayıvermiştim (!). Çetin Emeç “parlak bir kariyerin var, yazık etme” dedi; oğul Simavi, “Moskova’da büro açma iznini yeni aldık, istersen Moskova temsilcimiz ol” önerisinde bulundu. Arkadaşlardan “deli misin”ler, aile çevresinden de “olmaz”lanmalar yükselmişti. Doğruydu, iyi bir mesleğim, işim, eşim, çevrem vardı. Kariyerim “parlak”tı. Kısa süre önce TÜSİAD tarafından “yılın gazetecisi” seçilmiştim vs. Herkes haklıydı.
Zaman kazanmak için, daha önce planlanmış Amerika macerasına sığındım; “dilini geliştir, yeni dünyayı keşfet vs.” cinsinden bir program… Sekiz ay sürdü. Kendi eskisine, köklerine dokunan birine onlarca “yeni dünya” verseniz ne yazar. Ben de yeni dünyanın eski insanlarına takıldım; biraz Kızılderili biraz Amiş (savaşı ve teknoljiyi reddeden bir halk) dolanıp durdum. Çetin Emeç’in öldürüldüğünü (7 Mart 1990) New Echota’da (Gordon County/Georgia) sürgünde ölen Çerokilerin anısına yapılan “Gözyaşı Yolu” anıtını ziyaret edip 1984’de 9000 Nevajo ve Apaçilerin 500 kilometre yürütülerek sürgün edildiği Bosque Redondo’ya (Fort Summer/New Mexico) doğru yol alırken öğrendim. Döndüm, 1991’in 14 Nisan’ında iki valiz eşya ile Abhazya’ya teslim oldum.
Yeni hayata merhaba…
Ardzınba artık daha büyük bir binada ve daha büyük bir ‘post’ta oturuyordu; Abhazya Parlamentosu’nun başkanıydı. 1990 başında yapılan seçimde parlamentoya girmiş ve ilk oturumda başkan seçilmişti. O zamanlar Abhazya, Sovyetler Birliği içinde, Gürcistan’a bağlı ‘özerk cumhuriyet’ statüsündeydi. Siyasi yapılanmasında Parlamento Başkanlığı en üst makamdı.
“Düşünmek epey uzun sürmüş” dedi. Evet, 1.5 yıl sürmüştü.
Bir hafta sonra, bir bilgisayar operatörü (Mişa), bir Rusça-İngilizce-Abhazca çevirmen (Lyuda), iki Macintosh (Kiril ve Latin shift), bir renkli yazıcıdan oluşan enformasyon merkezinde Ardzınba ile mesai arkadaşlığımız başlamıştı.
“İlk işin, Abhazya’yı tanıtacak kadar tanımak, anlatacak kadar anlamak olsun” demişti.
Yeni bir hayata “merhaba” demiştim. Sohum sahilinin iki gözde binasında (Parlamento Başkanlığı’nda iş, Ritsa Oteli’nde yaşam) yer tutmuştum. İronik bir şekilde her iki bina da, beni köklerden söküp savuran ‘büyük sürgün’ün anısına düzenlenmiş “Muhaceret Parkı”nın görüş alanındaydı. Burası, büyük dedem gibi nicelerin gemilere bindirilip meçhule yollandığı eski limandı. Tarihin cilvesi denilen şey buydu…
Abhazya’ya köklerim çekmiş, Ardzınba’nın ikna kabiliyeti tamamlayıcı olmuştu. Biraz da, uğrunda nice badireler atlattığım bir siyasi sistemin neden çöktüğünü anlama hevesi… Çekim güçü yüksekti de, benim gibi İstanbul metropolünde yaşamı kucaklamış, etkin bir gazetede meslek tutmuş ‘snob’ bir gazeteci için Abhazya’nın ne kadar yetindirici olacağı bilinmezdi. Evet, doğası muhteşemdi, iklimi mükemmeldi, çokkültürlü bir zenginliği vardı vs. de, en büyük kenti Sohum 130 binlik bir kasabaydı ve ilk bakışta sosyal yaşam fakiriydi. Yetinmek ve kalıcı olmak için kendime yüzde elli şans tanımıştım.
Zaman aktıkça tereddütler azaldı. İnsanları tanıdıkça, bilgilenme derinleştikçe ve Abhazya’daki zoraki değişim süreci hızlandıkça, her günüm, bir sonrakini iple çekecek denli heyecanlı geçmeye başladı. Salt, akademisyen Ardzınba’nın politikacı-devlet adamı Ardzınba’ya dönüşümünü ve adım adım halkının kaderine hükmedecek lider oluşunu izliyor olmak dahi adam olana yeterdi. Ve, yapılacak çok iş vardı… Böylece yıllar sürecek tarihi bir tanıklığa adım atmıştım.
Abhazya’nın da dahil olduğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1922’de kurulmuş, 1991’in sonunda dağılmıştı. Dağılma süreci, birliği oluşturan cumhuriyetlere bağımsız ülke statüsü kazandırıyordu. Ancak birlik içinde yer alan onlarca ‘özerk cumhuriyet’in, ‘özerk bölge’nin, ‘kray’ ve ‘oblast’ın ne olacağı belirsizdi. Birliği dağıtan Gorbaçov bu kadarını düşünmemişti. Rusya, kendisine bağlı özerk yapılarla Federasyon oluşturmuştu. Bunun diğer ülkelere de örnek olması bekleniyordu. 9 Nisan 1991’de Gürcistan bağımsızlığını ilan etmiş, Mayıs ayında yapılan seçimde de Zviad Gamsahurdiya devlet başkanı seçilmişti. Gürcistan yönetiminin Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ve Güney Osetya özerk bölgesi ile nasıl bir “gelecek” öngördüğü belirsizdi.
Kısaca, Abhazya’nın kaderini yakından etkileyecek gelişmelerin göbeğindeydik.
Projeler yağmur gibi…
Ardzınba’nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları vardı. Başlangıçta önceliği Abhazya’nın ekonomik gelişimine ve dış ilişkilerine (özellikle diaspora ile ilişkilere) vermişti. İlk 5-6 ay birçok proje geliştirme ve uygulama şansı bulduk.
İşe, Abhazya’yı tarihi, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal yanlarıyla özet olarak tanıtan Türkçe ve İngilizce bir dosya hazırlamakla başladık. Ve yavaş yavaş Abhazya’nın envanterini çıkarmaya, sektör analizleri yapmaya yöneldik. G. Gagulya başkanlığında Dış Ekonomik İlişkiler Komitesi’ni kurduk. Yatırım ve Kalkınma Ajansı için çalışmalara başladık. Oçamçira limanı ve çevresini kapsayacak bir serbest bölge projesi geliştirdik. Sohum-Trabzon arasında doğrudan deniz ulaşımının sağlanması ve Sohum Gümrüğü’nün kurulması, diasporadan olası geri dönüşcüler için kurumsal bir yapı oluşturulması vs. için kollar sıvandı. Türkiye’den Abhazya’ya ilk iş gezisini gerçekleştirdik. Sevgili dostum Mümtaz Demiröz (o sıralar Abhaz Derneği başkanıydı) ile birlikte bir otobüs dolusu potansiyel yatırımcıyı ve çeşitli yayın kuruluşlarından 7 gazeteciyi İstanbul-Sarp-Batum üzerinden (macera dolu bir yolculukla) Abhazya’ya getirdik. Böylece ilk ortak yatırım projeleri hayata geçmeye başladı.
Abhazya’ya gelen gazeteci dostlarımın haberleri ve benim çeşitli gazete ve dergilerde çıkan yazılarımla, Türkiye’deki hem kendi camiamızın hem de genel kamouyunun ve iş çevrelerinin Abhazya’yı tanımaları yönünde güçlü adımlar attık. Bu sayede Türkiye’den Abhazya’ya çok hızlı geliş gidişler başladı. Çeşitli sektörlerde (tarım, inşaat, turizm ve orman ürünleri) ortaklıklar kurulmaya başlandı. Bu gelişme Abhaz-Adığe işadamlarını da harekete geçirdi, kurdukları çok ortaklı şirketle (Nartaş) Abhazya’da iş yapmak üzere kolları sıvadılar. Diaspora ile ilişkileri daimi ve sistemli hale getirmek amacıyla Türkiye’den üç kişiye -Atay Ceyişakar, Cengiz Gül ve İrfan Argun- Abhazya’yı temsil yetkisi verdik. Kısa süre içinde dış temsilcilerimiz arasına ABD’den Yahya-İnal Kazan ve İngiltere’den George Hewitt katıldı. Nalçik’ten Moskova’ya, Kazan’dan Ufa’ya temsilcilik ağı genişledi. UNPO/Temsil Edilmeyen Halklar Örgütü ile gayet verimli işbirliği kuruldu.
Bu arada, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden 25 kadar gencin Abhazya’ya üniversite okumak üzere gelmesi umut ve heyecanımızı daha da artırmıştı. Bu öğrencilerin bir kısmı kaldı ve Abhazyalı oldu; halen milletvekili ve Abhazya Ticaret Odasi Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Soner Gogua, Kardeşlik Vakfı Başkanı Oktay Çikatua ve Geri Dönüş Komitesi’nde görev yapan Erkan Kutarba ilk akla gelenler…
Velhasıl diaspora-anavatan köprüsü kurulmuştu ve işler iyi gidiyordu. Öyle ki, gelen-gidenle ilgilenmekten, hayali proje ve önermeler dinlemekten sıkılmaya bile başlamıştık. Kiminin milyar dolar sermayeli şirketi vardı, kiminin de Türkiye’yi yönetenleri yönetecek kadar siyasi gücü (!)… İlkokul mezunundan uluslararası siyaset, marangozdan makro ekonomi dersleri almaya alışmıştık. Dahası Abhazya’yı bir anda zenginleştirecek ‘organize işler’ öneren avantürler de peyda olmuştu. Olsun, Apsuva dediğin “yüksekten uçar”dı…
Ortalık ısınıyor, öncelikler değişiyor
Ancak, 1991’in sonlarında, Gürcistan’ın Güney Osetya’nın özerkliğini kaldırma girişimi üzerine başlayan çatışmalar ve Gürcistan lideri Gamsahurdiya’nın, Abhazya’ya yönelik tehditlerini artırması, ister istemez Ardzınba’nın önceliklerini değiştirmişti. Bir yandan Gürcistan’la görüşmeler yoluyla soruna çözüm arayışını hızlandırmak, öte yandan olası bir saldırıya karşı hazırlık yapmak…
Gürcistan bir adım daha atarak, Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ve Güney Osetya özerk bölgesi ile ilişkilerini düzenleyen anlaşmaları ve federal yapıdaki 1978 Anayasası’nı feshederek, 1921 Anayasası’na döndü. Abhazya’nın Gürcistan yönetimine “yeni dönemde nasıl bir siyasi-hukuki ilişki içinde olacaklarının” konuşulacağı görüşme talepleri yanıtsız kalıyordu.
Abhazya bu sancılı süreçten geçerken Gürcistan’da da işler karışıyordu. Gamsahurdiya karşıtları güçlenmiş, iktidar savaşı kızışmış, Tiflis ve Kutaisi gibi büyük kentlerinde sokak çatışmaları başlamıştı. Gürcistan’ın da karmaşık bir yapısı vardı; farklı etnik, sosyal ve siyasal klanlar arasında öldüresiye bir iktidar savaşı yaşanıyordu. En büyük hesaplaşma, kendilerini “asil Gürcü” sayan Kartveller ile “Gürcüleşmiş” Megreller (Lazlar) arasındaydı.
Abhazya Parlamentosu’nda Abhaz ve Gürcü – Megrel vekiller arasında uzun, sert ve sonuçsuz tartışmalar yaşanıyordu. Abhaz aydınları ve halk temsilcileri tarafından kurulan, liderliğini Sergey Şamba’nın yaptığı Aydgılara (Birlik) hareketi, siyaset üzerinde baskısını artırıyordu.
Abhazya’nın yönetim yapısı hassas ve karmaşık bir modele dayanıyordu. En üst siyasi makam olan Parlamento Başkanı’nın, biri Gürcü-Megrel, biri Rus, biri Ermeni üç yardımcısı vardı. Parlamento 28’i Abhaz, 26’sı Gürcü-Megrel, 6’sı Ermeni, 4’ü Rus ve 1’i Rum olmak üzere 65 milletvekilinden oluşuyordu. Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun siyasi yetkisi sınırlıydı. Daha çok gündelik idari işlerle ilgili yetkilere sahipti. Başbakan Gürcü-Megrel, bir yardımcısı Abhaz, bir yardımcısı da Ermeni’ydi. Diğer bakanlıklar da Abhaz, Gürcü-Megrel, Ermeni ve Ruslar arasında paylaştırılmıştı. Dışışleri ve savunma bakanlıkları yoktu, bunlar Sovyetler’in yetki alanındaydı.
Bu denli karmaşık ve hassas dengeler üzerinde kurulu yapıda karar almak ve iş yapmak giderek imkansızlaşıyordu.
Liderlik mi, diktatörlük mü?
Yine sonuçsuz kalan bir parlamento toplantısının ardından, acemiliğin çaresizliğe dönüştüğü bir günün sonunda Ardzınba ile dertleşiyorduk. Bana genellikle ya soyadımla ya da “danışman” diye hitap ederdi.
Soruyordu, “Söyle bakalım danışman, ne yapmalı?”…
Sözü dolandırmadım, “Yetkileri tek elde toplamak gerek. Abhazya’nın artık parlamento başkanına değil siyasi iradeyi üstlenecek güçlü bir lidere ihtiyacı var.”
Soruyordu, “Diktatörlük mü öneriyorsun?”.
Cevap, “Diktatörlük değil, güçlü liderlik…. Bunu siz üstlenmezseniz başkası talip olur.”
Hızlı ve keskin siyasi gelişmeler ister istemez Ardzınba’yı “güçlü lider” olmaya zorluyordu. İlk adım, Ardzınba’nın başkanlığında “Devlet Konseyi”nin oluşturulmasıydı. Bu adım doğaldır ki parlamentodaki ayrışmayı hızlandırdı. Gürcü-Megrel vekiller kazan kaldırmıştı. Abhaz, Ermeni, Rus ve Rum vekillerin desteği ile Ardzınba ipleri tek elde toplamaya başlamıştı. Gürcü-Megrel vekiller kısa süre sonra parlamentodan çekilerek, Turbaza Oteli’nde ayrı bir “parlamento” oluşturdular. Saflaşma, Gürcü-Megrel halkının sokak gösterileriyle körükleniyordu .
Kafkas halkları ayakta…
Rusya Federasyonu ile ilişkiler, Federasyon’da yer alan kardeş Kafkas halkları ve cumhuriyetlerinin de katkılarıyla iyiye gidiyordu. Ardzınba Moskova ile ilişkileri, S. Baburin gibi birkaç “etkin” siyasetcinin desteği ile geliştirmeye çalışıyordu. Rusya’nın, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısına hemen müdahale etmesi Abhazya’da güven yaratmıştı. Bu arada, Kuzey Kafkas halklarının birliğini sağlamak amacıyla 1989’da kurulan Kafkas Halkları Konfederasyonu, 1-2 Kasım 1991 tarihinde Sohum’da toplanan genel kurulunda Abhazya’ya “tam destek” kararına varmıştı. Güney Rusya’daki Kazaklar Abhazya’yı desteklemek üzere kalabalık bir heyet göndermişti. Ayrıca Abhazya gibi Gürcistan ile ilişkileri askıda bulunan Acaristan ve Güney Osetya yönetimleri ile “ortak tutum” belirlemek üzere temaslara başlanmıştı.
1991’in 21 Mayıs’ı (Kafkasya’dan Osmanlı’ya sürgünün yıldönümü) tüm kardeş Kafkas halklarının Abhazya’ya destek verdiği büyük bir gövde gösterisine dönüşmüştü. Adıgey’den Kabardey-Balkar’dan, Karaçay-Çerkes’ten, Çeçenistan’dan, Osetya’dan, Dağıstan’dan yüzlerce delege “Muhaceret Parkı”nda bir araya gelmişti. Konuşmacılar arasında en fazla dikkat çeken, siyah fötr şapkasıyla Cahar Dudayev’di. Tümgeneral rütbesiyle Sovyet Strateji Hava Kuvvetleri Tümen Komutanlığı görevinden ayrılmıştı ve 27 Ekim 1991’de Çeçenistan’ın devlet başkanı olacağı siyasi yürüyüşünün başında bulunuyordu. “Tüm kötülüklerin anası olarak” tanımladığı Rusya’ya meydan okuyan konuşması kalabalık üzerinde kafaları karıştıran derin bir sessizlik yaratmıştı.
21 Mayıs anması çok dokunaklıydı. Hava karardığında tören katılımcılarının tümü sahile yayılmıştı. Ve her birinin elinde meşaleler, mumlar vardı. Sahili aydınlatıyorlardı, ‘sürgünde giden kardeşleri dönerse yolu bulabilsinler’ diye. Ve çıplak ayaklarıyla Karadenize’e dokunan Hibla Gerzmava’nın “Deniz kardeşimi geri ver” seslenişi herkesin içine işliyordu.
Gürcistan’a karşı safları sıklaştırma çabası hararetli bir tempoda devam ediyordu. Ardzında sık sık Moskova’ya gidiyor, Rusya ile ilişkileri güçlendirmeye çalışyordu. Eksik olan Türkiye ile yönetim düzeyinde ilişki kurmak ve büyük nüfüsa sahip Abhaz-Adığe diasporası ile ilişkileri daha güçlü hale getirmekti. Bu çerçevede Ardzınba ve beraberinde üst düzey bir heyetin Türkiye ziyareti, gerekli ve öncelikli hale gelmişti. İki nedenle ısrarlıydım; Türkiye’nin Gürcistan’ı savaşsız çözüme zorlamasının zeminini yaratmak, her şeye rağmen bir çatışma olacaksa önceden diasporanın desteğini kazanmak… Öte yandan bu ziyaretin çeşitli riskler taşıdığının da bilincindeydim. Rusya tarafından nasıl karşılanacağı belli değildi. Zira, zar zor geliştirilmeye çalışılan Rusya ilişkilerini riske atmak akıllıca olmazdı. Ayrıca, Türkiye’nin resmi olarak Abhazya meselesini nasıl algıladığı belirsizdi ve başarısız bir ziyaretin Gürcistan’a karşı elimizi zayıflatacağı muhakkaktı. Ardzınba’nın da kafasında aynı sorular vardı. Ben, Türkiye’de temsil yetkisi verdiğimiz üçlü (A.Ceyişakar, İ.Argun ve C. Gül) ile ziyaretin detaylarını kotarmaya çalışırken Ardzınba da Rusya’nın nabzını ölçmeye çabalıyordu.
Gürcistan’da iktidar değişiyor…
Abhazya bu sancılı süreçten geçerken Gürcistan’da da işler karışıyordu. Gamsahurdiya karşıtları güçlenmiş, iktidar savaşı kızışmış, Tiflis ve Kutaisi gibi büyük kentlerinde sokak çatışmaları başlamıştı.
Gürcistan’da şiddetlenen iç savaş iktidarın devrilmesiyle sonuçlanmıştı. 6 Ocak 1992’de Zviad Gamsahurdiya ülkeyi terk etti ve Çeçenistan’a sığındı. Devirenlerin oluşturduğu Devlet Konseyi yönetime el koydu ve Devlet Konseyi Başkanlığı için Moskova’dan Eduard Şevardnadze davet edildi. “Beyaz Tilki” lakaplı Şevardnadze, Sovyetler Birliği’nin son dışişleri bakanıydı ve Gorbaçov ile birlikte “Sovyetleri yıkan” lider olarak Batı’da yüksek krediye sahipti.
Şevardnadze’nin gelişi Abhazya’da yalancı bir umut yarattı. Gamsahurdiya gibi şoven ve saldırgan olmayacağı, Abhazya ile ilişkilerde “akıl yolu”nu tercih edeceği beklendi. Ancak kısa sürede umutlar boşa çıktı. “Beyaz Tilki” selefini aratmayacak denli şovendi.
Şevardnadze’nin Batı’daki kredisi Gürcistan’a ihtilaflı konuma rağmen Birleşmiş Milletler’e ve AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) gibi uluslararası kuruluşlara üyelik sağladı. Bu üyeliklerle Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya Gürcistan toprağı olarak tanımlanmıştı.
Abhazya’da gerilim tırmanırken, ilk çatışmadan sonra yatışmış gibi görünen Güney Osetya’da, 18 Haziran 1992’de Gürcistan’ın yeniden saldırısıyla savaş patlak verdi. Rusya’nın tekrar müdahalesiyle 4 Temmuz’da ateşkes imzalanarak güvenlik koridoru oluşturulmuştu.
O hafta Ardzınba Moskova’ya gitti. Beş gün sonra döndüğünde yanına çağırdı ve en kısa sürede Türkiye ziyareti için start verdi. Bunu farklı ihtimaller ışığında yorumladım; (1) Moskova’dan umduğunu bulamamıştı, (2) Rusları kızdırmak pahasına Türkiye şansını kullanmak istiyordu, (3) Ruslara, “siz destek vermezseniz başka kapılar açarız” mesajı vererek etkilemek istiyordu, (4) Ruslar, Türkiye ziyaretine onay vermişti.
“Hangisi” diye sorduğumda “hepsi” cevabını vermişti.
24-31 Temmuz tarihlerini belirledik. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Başbakan Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Parlamento Başkanı Hüsamettin Cindoruk, muhalefet partilerinin başkanları Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit ile görüşmeleri de hedefleyen bir program için çalışmalara başladık. Elbette, diaspora ile şaşalı bir kuçaklaşma ihmal edilmeyecekti. Ardzınba ile birlikte Türkiye’ye gelecek heyet K. Ozgan (Parlamento Dış Ekonomik İlişkiler Komitesi Başkanı), G. Dopua (Enerji, Ulaştırma ve Haberleşme Bakanı), N. Çanba (Kültür Bakanı), G. Alamiya (Parlamenter, Kafkas Halkları Konfederasyonu Başkan Yardımcısı), A. Cergeniya (Ardzınba’nın Özel Temsilcisi ve Başdanışmanı) ve benden oluşuyordu.
Ardzınba’nın ders veren sözleri…
Türkiye’ye gelişimizden kısa süre önce önce Ardzınba’nın ofisinde hazırlıkları gözden geçiriyorduk. Yorgundu, gergin ve tedirgindi. Ayağa kalktı, geniş pencerelerden eski limana, dev okaliptus ağaçlarıını bulunduğu “Muhaceret Parkı” üzerinden Karadeniz’in maviliğine uzun uzun baktı. Sesi titriyordu, “Biliyorsun Şevardnadze tüm çağrılarımızı ve görüşme taleplerimizi reddediyor. Bugün bir kez daha telefonla ulaşmaya çalıştım, görüşmedi, yardımcısı kaçamak cevaplar verdi. Artık savaşın çok yakınımızda olduğunu hissediyorum. Bu, her bakımdan haksız bir savaş olacak. Gürcistan hırsızı, uğursuzu, uyuşturucu bağımlısını üstümüze salacak, biz ise tam tersine en iyi, en nitelikli gençlerimizle kendimizi savunacağız. Savaşın en büyük haksızlığı burada. Bizi yenmeleri, Abhazya’yı ele geçirmeleri mümkün değil. Tarihte hiçbir güç Abhazya’yı ele geçiremedi. Gürcüler de bunu yapamayacak. Ama en değerli insanlarımızı kaybedeceğiz. Savaşın kendisinden çok sonrasını düşünüyorum. Zaten nüfusumuz az ve geride kalanlarla yeniden toparlanmak hiç de kolay olmayacak” dedi.
Ardzınba, savaşın adım adım yaklaştığını görüyordu ama kabullenmek istemiyordu. Şakacı kişiliği değişmeye, muzip gülüşü silinmeye başlamıştı.
Abhazya’nın düzenli bir silahlı gücü yoktu. Gerginliklerin artması üzerine oluşturulan hafif silahlı küçük paramiliter gruplar (milis kuvvetleri) vardı.. Dolayısıyla Ardzınba, emrine amade düzenli, deneyimli, savunmaya hazır bir orduya değil halkının özgürlük tutkusuna ve direniş ruhuna güveniyordu.
Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerinde yükselen dayanışma ruhu umut ve güven verici olsa da Rusya’nın tutumu belirleyiciydi. Moskova ile ilişkilerini geliştirmek ve destek sağlamak için çabalıyordu. Ancak Yeltsin’e ne kadar güvenebileceğini bilmiyordu. Bu yüzden Türkiye kartını kullanmak istiyordu. Bu dokunaklı konuşma bana, tanıdığımda politikanın acemisi olan Ardzınba’nın artık halkının kaderine hükmeden gerçek bir lidere dönüştüğünü anlattı. Konuşma dramatikti ama benim açımdan güven vericiydi. Onu teselli edecek hiçbir söz yoktu. Sadece, bu konuşmanın kendisine olan inancımı ve saygımı pekiştirdiğini söylemekle yetindim.Tekrar masasına döndü ve önündeki dosyalara bakarak, “Önümüzdeki parlamento toplantısında egemenlik meselesini görüşeceğiz ve karar alacağız. Zira artık Gürcistan Parlamentosu’nun ve Gürcistan Devlet Konseyi’nin aldığı kararlar sonucunda bizim Gürcistan’la hiçbir huhuki ilişkimiz kalmadı. Bu durumda biz de kendi yolumuzu belirlemek durumundayız” diye devam etti.
Önümüzdeki parlamento toplantısı 23 Temmuz Perşembe günü (1992) yapılacaktı. Türkiye ziyareti ise 24 Temmuz Cuma günü başlayacaktı.
“Bu durumda Türkiye ziyaretini erteleyecek miyiz ya da siz gelmeyecek misiniz” diye sordum. Zira, egemenlik kararının Gürcistan’ı kızdıracağı, ayrıca hemen Türkiye’ye gitmenin Rusya tarafından nasıl algılanacağı da belli değildi. Haydi bunları bir tarafa bıraktık, bu denli kritik bir karar sonrası bir numaralı liderin ülke dışına gitmesinin halk tarafından nasıl değerlendirileceği düşünülmeliydi. Bunları sordum. Gülümsedi. “Hepsini düşündüm. Türkiye’yi ziyaret programı şimdilik aynen devam edecek” dedi. Biraz daha üsteledim. Zira, Türkiye’den (yönetimden ve diasporadan) karşılığı olmayan yüksek bir beklenti içinde olmasından korkuyordum. Türkiye ziyaretinin önemi ve beklentiler konusunda hep ölçülü ve temkinli değerlendirmeler yapmıştım. Bu kritik dönemde, Abhazya’nın bağımsızlığı yolunda atılacak en önemli ve bir o kadar da tehlikeli bir adımdan hemen sonra Türkiye’ye gitmekle beklenti çıtasını çok mu yükseltiyorduk?.. Ayrıca Türkiye’de hedeflenen görüşmelerin çok gerisinde bir ziyaret programı oluşmuştu. Cumhurbaşkanı, başbakan, başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı ile görüşme henüz konfirme edilmemişti.
“Bunları önümüzdeki günler düşünmeye ve değerlendirmeye devam ederiz” dedi. Düşünme ve değerlendirme son ana kadar devam etti.
Egemenlik ilanı…
23 Temmuz sabahı, Abhazya’nın hemen her bölgesinden gelen binlerce insan Parlamento binasının etrafında coşkulu bir kalabalık oluşturdu. Sloganlarla, bayraklarla, pankartlarla, çiçeklerle, şiirlerle, şarkılarla Parlamento’ya destek veriyorlardı. Tam bir bayramdı. Saat 15:00 sularında Parlamento oybirliği ile (Abhaz, Rus, Ermeni ve Rum vekillerin tamamının oyu ile) Abhazya’nın egemenlik kararını aldı ve ilan etti. Egemenliğin simgesi olarak bayrak ve devlet arması kabul edildi, milli marş için karar alındı. Muhteşem bir gündü ve üç gün önce Abhazya’ya gelen gazeteci dostum Nazım Alpman (Milliyet’ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir devletin doğuşuna, kuruluşuna şahit oldum, inanılmaz” diye özetliyordu. Nazım Alpman, bir haftalık Abhazya ziyaretini Milliyet’te kapsamlı bir yazı dizisi ile milyonlara aktarmış, Abhazların “Tanrı tüm halkları özgür, mutlu ve müreffeh kılsın, Abhazları da unutmasın” duasına uluslararası ün kazandırmıştı.
“Egemenlik bayramı”nın sıcaklığını üstümden atıp Türkiye’yi ziyaret için hazırlıkları gözden geçirmek (görüşmelerde masaya konacak tanıtım ve proje dosyalarını tamamlamak ve ziyaret programına son şeklini vermek) üzere ofise geçmiştim. Saat 19:00 suları Ardzında kapıdan başını uzattı, “gidiyoruz” dedi.
24 Temmuz Perşembe günü saat 10:15’de, bizi Soçi’den İstanbul’a getirecek uçak havalandığında, hepimizi için için kemiren “Rusya veya Gürcistan’ın Rusya’daki eli Türkiye’ye gidişimizi engeller mi” tedirginliği yerini “işler yolunda” rahatlığına bıraktı. Ardzınba ve beraberindekiler, ülkelerini temsilen, Rusya dışında bir ülkeye ilk kez gidiyordu. Ve Türkiye’deki Abhaz-Adığe diyasporası ilk kez anavatandan bu düzeyde bir heyeti karşılayacaktı. Yeterince heyecan vericiydi. Ve 7 günlük ziyaretin her anı heyecan dolu geçti.
Diasporayla kucaklaşma…
Resmi-gayrıresmi tüm görüşmelerin Abhazca yapılması konusunda mutabakata varmıştık. Ve tercüme işi bana düşüyordu. Abhazcaya o denli hakim olmadığımı söyleyince, Ardzınba, “Abhazcaya değilse de Abhazya’ya hakimsin. Benim de Abhazcam iyi değil. Senden, görüşmelerde ne söylediğimi değil ne söylemek istediğimi anlatmanı istiyorum” diyerek özgüvenimi yükseltti.
Atatürk Havaalanı’ndan telaşlı, heyecanlı, şaşalı bir çıkışla konaklayacağımız Swiss Hotel’e geldik. Türkiye ekibimiz hükümet düzeyinde görüşme ayarlayamamıştı ancak Ardzınba’nın mevkidaşı TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk ile Dolmabahçe Sarayı’nın etkileyici atmosferinde yaptığımız görüşme, Cindoruk’un babacan ve insanı rahatlatan kabulü ile hepimizi motive etmişti. İyi bir başlangıçtı ve başarılı bir görüşmeydi. Akabinde Adapazarı’ndaki diaspora ile büyük kucaklaşma, Ardzınba’ya “iyi ki geldik” dedirtecek cinstendi.
İstanbul’daki basın toplantısı, röportajlar, protokol yemekleri, İTO ziyareti, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret ve özel protokol defterine tarihte ilk kez Abhazca yazmak hepimizi kanatlandırmıştı.
TBMM’de, Meclis’te grubu bulunan siyasi parti yöneticileriyle seri görüşmelerimiz de iyi gitmişti. Hele DSP grubunda Genel Başkan Bülent Ecevit ile görüşmemiz çok sıcak ve samimi geçmişti. Bu görüşmenin samimiyetini, Abhazya’da savaş başlar başlamaz Ecevit’in yaptığı basın açıklaması ile bir kez daha anlayacaktık. Ecevit, 19 Ağustos tarihli açıklamasında, Gürcistan’ın Abhazya’ya saldırısını şiddetle kınayacak ve bunda Türkiye’nin vebali olduğunu açıkca belirtecekti. Ancak, ANAP (dönemin ana muhalefet partisiydi) Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la yaptığımız görüşme, dipten dibe nasıl bir blokajla karşı karşıya olduğumuzu anlamamızı sağladı. Yılmaz’ın, görüşme sırasında, Dışişleri Bakanlığı’nın kendisine Abhazya heyeti ile görüşmemesi konusunda telkinde bulunduğunu ancak bunu kabul etmediğini açıklaması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Abhazya’ya olumsuz bakışını deşifre etti. Bununla kalsa iyiydi, bizim heyet henüz Türkiye’deyken ve Başbakan Demirel ve Dışişleri Bakanı H. Çetin ile görüşmek için randevu beklerken her iki zat 30 Temmuz günü Tiflis’e giderek Gürcistan’la – Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya’yı da içine alan üniter devlet yapısını onaylayan anlaşmalar imzaladı. Televizyondan, Demirel’in Tiflis Havaalanı’nda, “Türkiye ile Gürcistan arasında yepyeni ve sıcak bir ilişkinin kurulmakta olduğunu” ilan edişini izledik. Demirel-Şevardnadze kucaklaşması ve taraflar arasında imzalanan 6 ayrı anlaşma… (Muhtemeldir ki, Şevardnadze’nin iki hafta sonra Abhazya’ya saldırı kararında Türkiye’den aldığı bu desteğin büyük payı vardır.) Hepimiz üzerinde büyük hayal kırıklığı yaratan bu durum, birçoğumuzun belleğine “arkadan hançerlendik” olarak kazındı.
Ardzınba ve heyeti diyaspora ile kucaklaşmanın heyecanı ve T.C. Hükümeti’nin tecritinin hayal kırıklığı ile Türkiye’den ayrıldı. Ben de onlarla geri dönecektim. Son gün akşam odasına çağırdı. “Sen kalıyorsun. En azından 1-2 hafta kalıp yaptığımız görüşmelerin takipcisi olacaksın” dedi. İtiraz ettim, “Ya savaş çıkarsa”. “İyi ya” dedi. “Savaş çıkarsa Türkiye’de yapılacak çok iş var”…
Ve, savaş başlıyor…
17 Ağustos’ta Abhazya’ya dönmek üzere hazırlık yaparken, 14 Ağustos Cuma günü, Gürcistan Abhazya’ya saldırdı. Gürcü askeri birlikleri ellerini kollarını sallayarak Gal, Oçamçira ve Gulrıpş’ı geçmiş, Sohum’a -Krasnıy Most (Kızıl Köprü) – kadar kolayca gelebilmişti. Geç saatlere kadar taraflar arasında görüşmeler yapılmıştı. Abhazya, Gürcü kuvvetlerinin çekilmesini Gürcistan ise Sohum’un teslim edilmesini istiyordu. Taraflar birbirine 24:00’e kadar süre vermişti. Ve gece yarısı Krasnıy Most’ta silah sesleri duyuldu.
Ardzınba savaşsız çözüm için çok uğraşmış, Gürcistan’ı masa başında çözüme ikna için her yolu denemişti. Ancak nafileydi… 30 Eylül 1993′ kadar (410 gün) sürecek olan savaş başlamıştı.
Ardzında ve Abhazya’nın yönetim kadroları o gece Gudauta’ya geçmişti. Abhazya’nın cılız direnişine karşı denizden ve havadan desteklenen Gürcü birlikleri 15 Ağustos akşamı Sohum’u büyük ölçüde ele geçirmişti. Gürcistan Abhazya’nın Rusya ile bağlantısını kesmek üzere Gagra’ya da çıkartma yapmıştı. Gal ve Oçamçira ile birlikte, Abhazya’nın hemen hemen yarısının, iki gün içinde Gürcistan’ın kontrolüne geçtiği anlaşılıyordu.
Ardzınba’nın “direniyoruz” derkenki yegane güvencesi halkının yurtseverliği, özgürlük tutkusu ve direniş ruhuydu. Ve Kafkas halkları arasındaki güçlü kardeşlik bağı… Güvendiği, bildiği, beklediği ve dediği oldu. Abhazya’nın yiğit evlatları, kardeş halkların yiğit evlatlarının da katılımı ile kahramanca direndi. Yurtseverliğin, cesaretin, kardeşliğin ve dayanışmanın destanı yazıldı. Gürcistan işgal güçleri 30 Eylül 1993’de sökülüp atıldı. Özgürlük onurlandırıldı.
Gagra geri alındıktan üç gün sonra (10 Ekim 1992) Abhazya’ya ulaştım. Beni, “Senden asker olmaz, Dışışleri Bakanı Sait Tarkıl’a yardım et” diye yönlendirirken yeniden eski muzip gülüşünü takınmıştı. Gagra başırısı keyfini yerine getirmiş gibiydi. Ama, Türkiye’den ayrıldığı 31 Temmuz’dan buyana 10 hafta bile geçmemişken, 10 yıl yaşlanmış olduğunu görebiliyordum.
Siyasi liderliği askeri liderlikle bütünleştiren Ardzınba elbette “başkomutan” olarak zaferin en büyük mimarıydı. Ancak siyasi ve askeri kurmay ekibini unutmamak gerekir; özellikle savaşın ertesi günü Kabardey gönüllülerin başında Abhazya’ya gelerek savaş düzenine komuta eden Sultan Sosnaliyev’in askeri, Sokrat Cincoliya ve Sergey Şamba’nın siyasi katkılarını…
Zafer ve hüzün…
Savaşın akışı içinde, verilen her kayıp Ardzınba’nın içini kanatıyordu. Hele, 14 Aralık 1992’de, Gürcistan işgal kuvvetlerinin kuşatma altında tuttuğu Tkvarçal’dan 35’i çocuk, 8’i hamile kadın olmak üzere toplam 81 sivili taşıyan insani yardım helikopteri Lata’da vurulup yanık bedenler Gudauta’ya geldiğinde ve 15-16 Mart 1993’de Abhaz kuvvetlerinin Gürcistan’ın işgali altındaki Sohum’a düzenlediği başarısız harekatta 400’den fazla şehit verildiğinde, Ardzınba onarılmaz yaralar aldı. Yiten her kişi Ardzınba’dan bir parça kopararak gitti.
Zafer, büyük bedeller ödenerek kazanıldı. Abhazya savaştan sonra uzun yıllar bedel ödemeye devam etti. Dört binden fazla can verilmişti ve geride 7’den 70’e yaralı bir toplum kalmıştı. Bu toplumun derlenmesi, ayağa kaldırılması ve ileriye taşınması kolay olmayacaktı.
Görenleriniz vardır, Sohum’da deniz kıyısı boyunca uzanan parkta, 2.Dünya Savaşı’nda şehit olan Abhazyalılar onuruna yapılan bir anıt mezar bulunuyor. Devasa, güçlü bir asker figürü yükselir. Zafer kazanmış büyük bir gladyatördür. Ne ki, boynu büküktür; yüzünde derin bir hüzün vardır. Zafer kazanmıştır ama üzgündür. Muzaffer gladyatör bize diyor ki, her zafer aynı zamanda yenilgidir. İşte o gladyatörün yüzündeki, zaferin hüznüdür. Zafer denilen, böyle bir şeydir…
Ardzınba, o anıtta betimlenen gladyatörün ta kendisidir. Neredeyse imkansızı başararak büyük bir savaş kazanmıştır. Ama yüzünde derin bir acı ve tarifsiz bir hüzün vardır. Zafer hüznünü şöyle tariflemiştim, o zaman;
savaş başladı, savaş bitti
yıl, yüzyıl gibi geçti
çocuklar büyüdü cephede, gençler yaşlandı
anaların yüreği örselendi, babaların gururu
tükendi umutlar ve gelinlerin gözyaşları…
savaş başladı, savaş bitti
yıl, yüzyıl gibi geçti
yürekler sınandı bir bir, onur sınava çekildi
çocuk gülüşleri soldu, renkler silindi
talan edildi masumiyet ve genç kızların ak düşleri…
savaş başladı, savaş bitti.
artık hüzün zamanıdır. zafer kazandık biz…
Sezai Babakuş, Sohum-1993
Savaş sonrası zorluklar…
Ardzınba savaş sonrası zorlukları öngörmüştü. Ve öngördüğü zorluklar adım adım kendisini karşıladı. Savaşın zıvanadan çıkardığı kimi silahlı unsurları kontrol etmek zordu. Büyük bir kaos vardı. Hem güvenliği sağlamak, düzen kurmak hem de savaşla yerle bir olmuş ülkede halkın ihtiyaçlarını karşılamak kolay değildi. Savaş sonrası dengeleri gözeterek yeni bir yönetim yapısı oluşturmak gerekiyordu. Gudauta-Oçamçira çekişmesi vardı ve büyüyordu. Sülaleler arasında rekabet vardı ve artıyordu. Üstüne, savaşın öne çıkardığı zinde kuvvetlerle yetki kullanmaya alışık dinazor güçler arasındaki sürtüşmeler ekleniyordu. Bunlar iç savaş riski yaratan keskin fay hatlarıydı. Ardzınba’nın tüm bunlarla baş etmesi kolay olmayacaktı. Zaferin bedelini ödeme günleri başlıyordu.
Savaştan sonra Sohum’da başbakanlık binasında yer edinmiş, hem başbakanlığı hem dışişleri bakanlığını bir arada yürüten Sokrat Cincoliya ekibiyle çalışmaya başlamıştım. Bilgisayarımı ve savaş boyunca dünya ile iletişimimizi sağlayan uydu telefon sitemini yeni ofise kurmuştum. Gudauta’dayken ekibimde yer alanlardan Diana Ahba benimle çalışmaya devam ediyordu. Ardzınba ile daha seyrek görüşüyordum. Yine de zorlukların Ardzınba’yı nasıl hırpaladığını, nasıl katılaştırdığını izleyebiliyordum. Abhazya’nın yaralarını sarma çabası kendi yaralarını daha fazla kanatıyordu…
Bağımszılık, yeni anayasa ve başkanlık…
26 Ekim 1994’de, Abhazya Parlamentosu bağımsızlık kararı aldı, yeni anayasayı kabul etti. Ve Ardzınba Abhazya Cumhuriyeti’nin ilk devlet başkanı seçildi. Yemin töreni başbakanlık binasının giriş katındaki büyük salonda yapıldı. Evrenselle yereli, gelenekselle moderni harmanlayan coşkulu bir törendi.
Başkanlık sihirli bir post değildi, sorunlar dağ gibi artıyordu. Daha Ardzınba yeni koltuğuna ısınmadan büyük bir kriz patlak verdi; Oçamçira halkı kazan kaldırmıştı. Tkvarçal’dan gelenlerle birlikte 1500 – 2000 kadar silahlı insan Oçamçira’nın merkezinde toplanmış, yönetime gözdağı vermek üzere Sohum’a gelme hazırlığı içindeydi. Gerekçeleri ise yönetimin Oçamçira ve Tkvarçal’ı unuttuğu ve burada yaşayanlarla ilgilenmediğiydi. Başka değişle bütün imkanlar, Rusya sınırından başlayıp Gagra, Gudauta ve başkent Sohum’a kadarki bölge için seferber edilmekte, Oçamçira, Tkvarçal ve Gal bölgesi ise üvey evlat muamelesi görmekteymiş. Öğleden sonra Sohum tanklar ve diğer ağır silahlar eşliğinde koruma altına alındı. Böyle silahlı bir kalabalığın Sohum’a gelmesi iç savaşa davetiye çıkarmak demekti. Ardzınba öfkeli kalabalığı yatıştımak için tüm riskleri göze aldı ve daha onlar yola çıkmadan küçük koruma grubu eşliğinde Oçamçira’ya gitti. Denir ki, Ardzınba öyle sert, öyle yumuşak öyle ikna edici hitabetti ki, öfkeli kalabalık çaresiz kaldı, yanlışını anladı, yatıştı ve alkışlar eşliğinde dağıldı. Liderlik kendini göstermiş, kriz tatlıya bağlanmıştı. Ardzınba’nın kriz yönetmedeki kararlılığı, ustalığı ve cesareti büyük övgü topladı. Sonraki günler Oçamçira tarafına daha fazla erzak-araç-gereç yüklü kamyon gitmeye başlamıştı.
Kriz, bu bölgeye merakımı dürtüklemişti. İki gün sonra Diana’yı yanıma alarak Oçamçira ve Tkvarçal bölgesini gezdim. Gördüğüm manzara, kazan kadırmakta ne kadar haklı olduklarını gösterdi. Elbette yöntemleri tartışılabilirdi, ama tepki vermekte haklıydılar. Savaş en çok onları vurmuştu. En fazla ölüm ve yıkım oralarda olmuştu. Ve dedikleri gibi, Abhazya’nın bu yarısı diğer yarısından çok daha zor durumdaydı. Hele çocukların durumu, insanın içini acıtıyordu.
İşte, çocuklara destek hattı böyle gündeme geldi. Özellikle bu bölge için, savaşta yakınlarını yitiren çocuklara yönelik bir projeydi. Basitti. Her çocuk için diasporadan koruyucu bir aile bulunacak, hem bu çocuklara maddi (her çocuk için yıllık minimum 120 dolar) hem manevi destek sağlanacak, hem de diyaspora-anavatan dayanışmasına yeni bir boyut kazandırılacaktı. İki yıl içinde 400’den fazla çocuğu kapsayan bu proje ne yazık ki 1996’da Abhazya’dan ayrılmamla sahipsiz kaldı ve akamete uğradı.
Dönüş umudu ve yüreğimize saplanan iki hançer…
Abhazya’da hayat her geçen gün ağırlaşıyordu. Abhazya-Gürcistan sınırında Gürcü birliklerinin sızma girişimleri hız kazanmış; vur kaç baskınları artmıştı. İçerde mafyavari silahlı grupların sayısı artmış, daha sık silah sesi duyulmaya başlamıştı. Özellikle yaşlı Rusların ve Ermenileri evleri ganimet baskınlarına hedef oluyordu ve öldürülen insan sayısı her geçen gün artıyordu.
Abhazya bu sıkıntılarla boğuşurken umut verici gelişmeler de oluyordu. Başkanlığını Nugzar Aşba, yardımcılığını sevgili dostum Mümtaz Demiröz-Şamba’nın yürüttüğü Geri Dönüş Devlet Komitesi’ne Türkiye’den, Suriye’den, Ürdün’den ve başkaca ülkelerden başvurular artmaya ve peş peşe aileler yerleşmek üzere gelmeye başlamıştı. Her gelen bizim için sevinç ve meşgale demekti. Karamsarlığımıza merhemdi…
Sevincimiz, peş peşe yaşanan iki trajik olayla kursağımızda kaldı; Suriye’den gelen 11 çocuklu aile yerleştirildikleri evde (Dranda’da) saldırıya uğradı, baba öldürüldü. Büyük bir talihsizlikdi. Henüz bunun şokunu üzerimizden atmadan ikinci bir darbe yaşadık; Türkiye’den gelerek Abhazya’da gelecek arayan bir gencimiz (Uğur) kimliği belirsiz kişilerce kaçırıldı. Kaçıranlar önce yüklü bir fidye istediler. Zar zor parayı toparlamıştık ki, fidyeden vazgeçip ortalıktan kayboldular. Günlerce Uğur’un bulunması için seferber olduk, İçişleri Bakanlığı’nı, istihbaratı, polisi, askeri seferber ettik. Nafile… Bir hafta sonra Uğur’un cansız bedenini Gumısta nehri yatağında bulduk. Elleri arkadan bağlanarak infaz edilmişti. Her iki olayın nedenlerini, niçinlerini hiçbir zaman tam olarak öğrenemedik. Israrlı takibimiz sonunda yakalanan zanlılar ise kısa süre sonra tutuldukları nezaretten kaçırıldı.
Bu iki olay hepimizin yüreğini yakmıştı. Diasporadan gelenler arasında büyük bir düşkırıklığı ve güvensizlik yaratmıştı. Savaşta Efkan’ı, Bahadır’ı, Vedat’ı, Hanefi’yi, Zafer’i şehit verdiğimizde de yüreğimiz acımıştı. Ama bu iki hançerin yarası daha derin ve ağır oldu…
Bu gelişmeler üzerine Ardzınba ile ard arda iki görüşme yaptım. İlkinde başbaşaydık. Bir gününü diasporadan gelip yerleşen aileleri ziyarete ayırmasını, onlara moral ve güvence vermesini ve bunun televizyon kanalıyla duyurulmasını istiyordum. İkincisinde, benim yanımda diasporadan gelmiş 4-5 kişi, onun yanında yardımcısı, Güvenlik Konseyi Başkanı ve İçişleri Bakanı vardı. Saldırganların yakalanıp cezalandırılmasını istiyorduk. Ve de, diyasporadan gelenlerin bir arada yerleştirilmelerini, güvenliklerinin sağlanmasını… Her üç talep de sonuçsuz kaldı.
Muhalefetin ilk nüveleri…
Savaş sonrasının ağır koşulları devletin yönetim kadrolarını da hırpalamaya başlamıştı. Yerel yönetimlerden merkezi yönetime her kademede yönetim tarzı ve yetki kullanımıyla ilgili tartışmalar yaşanıyordu. 1990’dan itibaren Ardzınba ile omuz omuza mücadele eden uyumlu ekip çözülmeye başladı. Önce Aleksandr Ankuab, Guram Dopua, Nodar Haşba, Enver Kabba, Yuri Voronov, Zurab Açba, Leonid Lakırba gibi önemli “sivil” kadrolar kenara çekildi. Daha sonra Stanislav Lakoba, Natela Akaba, Genadi Alamiya ve daha birçokları. Takiben, ‘askeri’ kanatta çatlaklar oluştu; “Gaziler Birliği” memnuniyetsizler kervanına katıldı. Böylece Ardzınba’ya karşı muhalefetin nüveleri oluşmaya başlamıştı.
Bu gelişmeler Ardzınba’yı daha dar bir kadroyla iş yapmaya zorluyordu. Bu kadroda akraba sayısının artması tepkileri artırıyor, muhalefete daha fazla koz veriyordu. Etki tepki yasası işliyordu. Güçlü liderlikle baskıcı liderlik arasındaki çizgi giderek inceliyordu.
Bu arada, Birleşmiş Milletler gözetiminde yürütülen barış görüşmelerinde hiçbir gelişme sağlanamıyordu. Abhaz heyetine başkanlık eden Sokrat Cincoliya, her görüşmeden biraz daha umutsuz dönüyordu. Abhazya Gürcistan’a “gevşek federasyon” projesi önermiş, Gürcistan buna cevap bile vermemişti. Batı, Şevardnadze’nin Abhazya’yı “özerk bölge” statüsünde Gürcistan içinde tutma isteğini destekliyordu. Rusya’nın Batı baskısına ne kadar direneceği belirsizdi. Gürcistan’la yeniden savaş ihtimali konuşuluyordu. Bu da halkın üzerindeki gerilimi daha da artırıyordu.
Geriye sayım…
1995’in ikinci yarısında iktidar ve muhalefet arasında alttan alta güç savaşı başlamıştı. ‘Faili meçhul’ cinayetlerin artması gerginliği daha da tırmandırıyordu. Yetmezmiş gibi, Gürcistan’ın Bağımsız Devletler Topluluğu’nu etkileyerek aldırdığı ambargo kararı (16 Ocak 1996) Abhazya’da işleri iyice zorlaştırdı. Rusya sınır kapısı (Pso) akıl almaz ölçüde sıkılaştırıldı, insanların giriş çıkışı zorlaştırıldı, ticaret kısıtlandı. Sonraki adım, Sohum-Trabzon deniz ulaşımının engellenmesi olacaktı. Böylece Abhazya yıllar sürecek bir yıldırma girişimi ile karşı karşıya bırakıldı. İlaç, gıda başta olmak üzere temel ürünerde kıtlık çekiliyordu. Yokluk ve yoksulluk yetmezmiş gibi, mafyavari silahlı grupların halk üzerindeki (özellikle Ruslara, Ermenilere ve Rumlara yönelik) baskın soygun girişimleri artmıştı. Zaman zaman savunmasız Abhazlar ve diyasporadan gelen yerleşimciler de hedef oluyordu. Bu olaylar yönetime karşı hoşnutsuzluğu kamçılıyordu.
Olup bitenler beni yormuştu. Adeta yılmıştım. Üzerime, sıcaklığı an be an artan bir saunada kapalı kalmışlık duygusu çökmeye başladı. Yetersiz beslenmenin de etkisiyle iyice zayıflamıştım. Sağlığım (bedensel ve ruhsal) giderek bozuluyordu. Abhazya’da tutunma gücümün azaldığını, içten içe kopmaya başladığımı görüyordum. Sokaklarda kalaşnikoflu pejmürdelerin sayısı arttıkça tedirginliğim de artıyordu. Mümtaz’la dertleşmelerimizde, “kim vurduya gitmeden Abhazya’dan ayrılma”yı daha sık konuşur olmuştuk. Yine de teslim olmayı kendimize yediremiyorduk.
Son bir çaba için debelendim. Aydınları bir araya getirecek, halkı yüreklendirecek ve olumsuzlukların üstüne gidecek bağımsız bir gazeteye ihtiyaç vardı. Bu girişim, düşüncemi açtığım ilk kişide (Davur Zantariya) duvara tosladı: “Gerçekleri yazmazsak halk gazeteyi almaz, gerçekleri yazarsak bir akşam alacasında vuruluruz” diyerek, fazla abartılı bir durum analizi yaptı. O Davur ki, 1992 ortalarında Mümtaz’ın kışkırtmaları sonucu beni tiye alan bir yazı döktürmüştü; “Günlerden bir gün Ritsa Oteli’nin balkonunda ayağında şortu, elinde çay fincanıyla bir adam göründü. Otostopla mı gelmişti yoksa tanrı mı göndermişti, bilinmez. İngiliz sömürge valisi gibiydi…” diye başlayan gırgır şamata bir yazı…
Davur barometre gibiydi. Bilgisi, gözlem yeteneyi, muhakeme gücü benden çok öndeydi. Yine de yetinmeyip, güven duyduğum birkaç kişiyle daha konuştum. Tepkiler benzerdi. Pes ettim.
Bardağı taşıran son damla…
Ve sonunda olan oldu. Sohum Liman müdürüne gemi seferleriyle ilgili konuşmak üzere ziyarete gitmiştim. Müdürle, karşısındaki koltukta yayılmış oturan tanıdık zat arasında hararetli bir konuşma vardı. İkisi de başkanın sülalesindendi. Tanıdık zat, Sohum’da sokak gücünü elinde tutanların önde geleniydi. Merhabalaştık, soğuk ve mesafeliydiler. Daha ben derdimi anlatamadan, koltuktaki adam söze girdi; “Ardzınba’ya karşı muhalefette sen de varsın ha!.. Dünkü toplantınızı, kimlerin katıldığını, neler konuştuklarınızı bir bir biliyoruz. Dışardan gelip bilmediğin işlere burnunu sokma. Pişman olursun”…
Şaşkınlıkla kızgınlık arasında kalakalmıştım. Şaşkındım, olduğum söylenen toplantıdan haberim bile yoktu. Kızgındım, ne hakla, ne hadle benimle böyle konuşuyor, tehdit ediyordu. Söyledim, söylendim, çıktım.
Hızla Başkanlık binasına gittim, merdivenleri ikişer, üçer atlayıp Ardzınba’nın odasına daldım. İfadesiz bir bakışla dinledi. Sonra, bıkkın bir sesle, “kimi fesatların ortalığı karıştırmak istediği” üzerine birkaç laf etti. Kimsenin adını anmıyor, “onlar” diye söz ediyordu. Açıkça sordu, “onlarla mısın”. Evet, gidişat iyi değildi, eksikler yanlışlar çoktu ama muhalefet edenler safında değildim. “O zaman dert etme” dedi. Yorgun, gergin ve sağlıksız görünüyordu.
Anladım ki artık ne Ardzınba tanıdığım kişiydi ne Abhazya bildiğim ülke. Keskin bir bıcağın sırtında yürüyorduk. Kimin ne zaman ve nasıl tökezleyeceği bilinmezdi.
Kafamdaki soru şuydu. “Dışardan gelip işlere burnunu sokan” olarak mimlenen kimdi. En yakın ihtimal Suriye’den gelen Fadıl Aryuta idi. Muhalefet safındaki isimlerden G. Alamiya ve N. Akaba ile iyi arkadaştılar ve sürekli birlikte takılıyorlardı. Çok sevdiğim, saygı duyduğum biriydi. Savaşta, Abhaz-Adığe diyasporasının bulunduğu Suriye, Ürdün, Mısır ve İsrail’den Abhazya’ya dayanışmayı organize eden kişiydi ve akabinde faydam olur diye Abhazya’ya gelmişti. Yazardı, çevirmendi. Arapçanın yanısıra ileri düzeyde İngilizce, Rusça ve Türkçe biliyordu. Abhazcası da iyiydi. Çok sayıda Rus, Türk yazarın kitaplarını Arapçaya çevirip Suriye’de ve diğer Arap diyarlarında yayınlamıştı. Dışişleri’nde Sergey Şamba ile çalışıyordu.
Hemen kendisini buldum. Olanı anlattım. Bahsedilen toplantıda olup olmadığını sordum. Dediğine göre, öyle ciddi bir toplantı değil, 8-10 kişinin sohbet buluşmasıymış. “Ne olacak bu memleketin hali” konuşmaları. Dikkatli olmasını, geride durmasını salık verdim. Fadıl bunu pek önemsememiş gibiydi. Takip eden hafta boyunca keyfi yerindeydi. Sonra bir sabah telaşla geldi, elinde küçük bir valiz. Deliye dönmüş gibiydi. “Sen haklıydın, çıldırmış bunlar. Artık burası bana göre değil, gidiyorum” dedi. Benden çok daha sert bir uyarı almıştı. “Geldiği yere dönmesi” için 3 gün verilmişti. Ve bu uyarı silahların gölgesinde yapılmıştı. Uğradığı kaba saldırıyı kabullenemiyordu. Gözleri doldu. Beni aşan bir durumdu, kendisini yatıştıracak hiçbir sözüm, tutacak hiçbir gücüm yoktu.
Bu olay benim için bardağı taşıran son damlaydı. “Pes” dedim. Erkekliğin 10’da 9’u kaçmaktı, ona sığındım. Ve, 16 Ocak 1996’da, Mümtaz’la birlikte gönlümüzü bırakarak Abhazya’dan ayrıldık. Veda etmeden. Sessizce…
Moskova ve İstanbul görüşmeleri…
Ardzınba ile daha sonra iki kez görüştüm. İlki, 4 Şubat 1998’de Moskova’daydı. Rusya makamlarıyla görüşmeler yapmak üzere gelmişti. Moskova’daki Abhaz diasporasının onuruna verdiği yemekte görüştük. Keyfi yerindeydi ve iyi görünüyordu. Beni görünce şaşırdı, sevindi. “Seni kaybettik” dedi. Evet, kaybolmuş ve Moskova soğuğunda ortaya çıkmıştım.
İkinci görüşmemiz İstanbul’daydı. Birleşmiş Milletler gözetiminde sürdürülen Abhazya-Gürcistan barış görüşmeleri çerçevesinde 7-9 Haziran 1999’da İstanbul’da yapılan toplantıya katılmak üzere gelmişti. Aslında toplantı tarafların başbakanları ve heyetleri düzeyindeydi. Ardzınba “özel konuk” olarak ve ikili görüşmelerde bulunmak üzere gelmişt. Ev sahipliğini, dönemin dışişleri bakanı İsmail Cem yapıyordu. Ardzınba, Abhazya heyetini taşıyan BM özel uçağından inerken, son gördüğüme nazaran daha genç, daha dinamik ve güler yüzlüydü. Kendini epey yenilemişti. Kucakladı, “seni gördüğüme sevindim” dedi. Ben de…
Kalabalık diaspora karşılaması ve büyük bir konvoyla Hliton’a gelmek, Gürcü heyetine karşı psikolojik üstünlük sağlamıştı. Gürcistan başbakanı ile görüşmesinde bunu iyi kullandı. Üç gün boyunca keyfi yerindeydi. Öyle ki, yıllar önceki şakacılığı ve muzip gülüşü geri gelmişti. Yeniden kaynaştık…
Kafamın içindeki son Ardzınba görüntüsü, 10 Haziran sabahı BM uşağının merdivenlerini çıkarkenki gülüşü ve el sallayışıdır.
Sonra, uzun süre benim yolum Abhazya’ya düşmedi. Taa ki, zaferin 10’uncu yılının kutladığı 2003 Eylül’üne kadar. Ardzınba’nın sağlığı 2002 başından itibaren hızla bozulmuş, ayakta duramayacak kadar ağırlaşmış ve içine kapanmıştı. Törene gelmedi. Görmek için duyduğum büyük istekle, hasta haline tanık olmama duygusal baskısı arasında bocaladım. İkincisi kazandı. İstanbul’da BM uçağının merdivenlerindeki gülüşünü ve el sallayışını hatırlamakla yetindim.
Son sözler…
Daldan dala uzun bir yazı oldu. Nereden nereye geldik. Ardzınba’yı mı kendimi mi anlattım, karıştı. Tanıklıklar böyledir. İçinize işleyen tanıklıklar daha da böyledir. Biraz ondan, biraz bundan, biraz şundan. Eee, illaki biraz da kendinizden…
Ardzınba, yakın tarihe büyük bir çentik atarak ebediyyete aktı. Şanslıydı; halkını zafere, özgürlüğe, bağımsızlığa taşıdı. Bir lider için bundan dahası var mı…
Ardzınba, sadece Abhazlar için değil tüm Kafkas halkları için büyük bir lider ve kahramandır. Zira onun liderliği Kuzey Kafkasya’nın kardeş halklarını bütünleştirdi. Ve kardeş halklar elbirliği ile Abhazya’da zafer kazanarak onu onurlandırdı.
Ardzınba, yüzyıllardır ilk kez halkına kazandıran bir lider, başaran bir kahraman olarak tarihe geçti. Şöyle yakın tarihimizi karıştırıp lider bellediklerimizi, kahraman bildiklerimizi hatırlarsak, hemen tamamının başarısızlığın liderleri ve kahramanları olduğunu göreceğiz. Ya kıyımımızla sonuçlanan ölçüsüz maceralara öncülük etmişlerdir ya da sürgünümüzle biten hesapsız başkaldırılara. İlk kez Ardzınba başarının lideri olmuştur ve halkını bağımsızlığa taşımıştır. İşte Ardzınba’yı farklı kılan budur.
Abhazya halkı kendisini başarıya götüren, özgürlüğe taşıyan liderini sevmiş, sımsıkı kucaklayıp bağrına basmıştır. Dahası, onu putlaştırmadan ve hamasete kurban etmeden sevmeyi ve onurlandırmayı bilmiştir; kendinden biri saymış, olsa olsa bir adım önde görmüş ve benimsemiştir. Doğrusunda peşinden gitmiş, yanlışında dur diyebilmiştir. Onu bir insan olarak, kendisi olarak taçlandırmıştır. Abhazya halkı, hiçbir eksiğin Ardzınba’yı değersizleştirmeyeceğini bildiği kadar hiçbir fazlanın onu ilahlaştırmayacağını da bilmiştir.
Abhazların Ardzınba ile ilişkisi, günümüz dünyasında toplum-lider ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dair bir ders gibidir. Bu ilişki en zor dönemde dahi demokratik özelliğini kaybetmemiştir, liderin en güçlü olduğu zamanda bile dengesini yitirmemiştir. Savaştan yeni çıkmış bir ülkede bunu başarmak ancak içselleşmiş bir demokrasi anlayışı ve güçlü bir özgürlük ruhu ile mümkündür. Abhazya halkı her iki şeye sahip olduğunu cümle aleme göstermiştir.
Abhazya halkı 1994’de Ardzınba’yı başkan seçerek onun liderliğini selamlamıştır. 1999’da ikinci kez başkan seçerken kahramanlığını onurlandırmıştır. 2004’deki seçimde ise kahraman lideriyle olan ilişkisinin ince sınırını ustalıkla belirlemiş, kendi doğrusunu liderinin doğrusunun önüne koyarak bildiği yoldan yürümüştür. Üstelik bunu koca Rusya’nın aksi yöndeki baskıcı telkinine rağmen yapmıştır.
Abhazya halkı liderini o kadar çok sevmiştir ki, lider egosunun insan kişiliğini yutmasına müsaade etmemiştir; gerektiğinde lider Ardzınba’ya karşı insan Ardzınba’yı korumasını bilmiştir.
Abhazya halkı ve lideri insanlık adına, demokrasi adına kutlanmayı, alkışlanmayı fazlasıyla hak ediyor… Teşekkürler Ardzınba. Teşekkürler Abhazya halkı.
? ? ?
Taa en başta şairin dediğine dönelim. Doğru söylüyordu; “yıllar, insanlar ve halklar akarsu gibi”ydi… Belki sonrasında yanılıyordu; yıllar, insanlar ve halklar akıyorladı ama gözden kaybolmuyorlardı. Belki insanlık bilincimiz dünle bugünü, bugünle yarını birbirine bağlayan, bir arada tutan en büyük aynadır. Yeter ki bakabilmeli, görmeli ve anlamalı…
Şanslıyım. Büyük bir lideri yakından tanıdım, mesai arkadaşlığı yaptım. Onun sayesinde köklerimle kucaklaştım, yitip gitmekte olan kimliğimi geri kazandım.
Onu kendi bilinç aynamda hep göreceğim.