Çok kırımlar yaşadık biz, çok sürgünler, çok kopuşlar. Ayrılışlar, savruluşlarla geçti kuşaklar boyu ömrümüz. Kimi halklar yüzyıllar boyu bir yerlere aidiyetin iç huzurunu, ulu bir ağaç gibi toprağa kök salışın güvenini iyi bilir; bizler bıçkılanmış dal gibi ayrı düşüşlerin, yaprak gibi kopuşların, ökseye takılmış kuş gibi çırpınışların yürek ve ruh tedirginliğini.
Kimi halklar başarıların, coşkuların, sevinçlerin tarihini tutar; biz kıyımların, felaketlerin, sürgünlerin.
Onların türkülerinde, sevincin, dayanışmanın nameleri süzülür; bizim ise sadece ayrılışların, savruluşların buruk ezgisi inler yorgun pışınelerimizde.
Hiç gitmediğimiz, görmediğimiz, hayal bile etmediğimiz koca koca şehirlerde, ihtişamlı saraylarda alındı kıyım ve sürgün kararlarımız, oralarda verildi bize dair hükümler.
Kabul etmedik direndik. Tek tabanca direndik, yalın kılıç direndik, ince sicim direndik; hiç birlik olmadık, hiç kalın urgan olmadık; hiç güneşli göğümüzü saran büyük yamçı olmadık. Olmadık, olamadık ve çok ezildik. Çok kırıldık. Ve tükendik ve sürüldük.
Ta Kaf dağından çıktık yola. Sulak bereketli ovalardan, hırçın dalgalarla boğuşan kıyı boylarından, caneriği derin vadilerden, bin bir çiçeğin, kokunun savrulduğu serin rüzgarlı yaylalardan.
Yanan ocağımızı, tüten bacamızı, rüzgarında her daim yeşilin sarılıp öpüştüğü uçsuz bucaksız çayırlarımızı terk ettik; gösterişli ya da gösterişsiz, on odalı veya izbe ama kokusuyla, huzuruyla bizim olan evlerimizi terk ettik. Sevinçlerimizi, renklerimizi, geçmişimizi, anılarımızı bıraktık; acılarımızı, kederlerimizi denk edip, çaresizliğimizi, ıstırabımızı sarıp sarmalayıp düştük yola.
Karlı dağ geçitlerinde çok ölümler verdik, rüzgarlı tepeler canımızı da yongamızı da aldı.
Kara bir denizi geçtik baştanbaşa sularında bir bir eriyip kaybolarak. Derler ki ondandır o denizin hırçınlığı, ondandır fırtınalı günlerinde yürekler parçalayan ağıtı. Nice sonra duyup öğrendik ki geriye kalanlarımız yemezmiş o günden beri o kara denizden çıkan balığı.
Dilsiz uçurumlardan geçtik, uğultulu tepelerden, her gittiğimiz yerde yanık bir çağrısı kaldı ağıtlarımızın birde ezik melodisi yorgun pışınemizin.
Gölgesi mağrur, hükmü zayıf halifenin topraklarına bir tespihin renkli taneleri gibi savrulduğumuzda, dizanteri, tifo ve sıtma karşıladı bizi. Artakalanlarımız da cariye oldu, kapı kulu askeri.
Yetmedi. İkinci sürgünde kaderimize Arap çölleri düştü; çölün gölgelerimizi eriten sıcağı, akrebi, sineği. Yığıldık üst üste fırtınada savrulan kum taneleri gibi, çöl dahi acıdı da sağ koydu bir kısmımızı.
Başımızı sokacak bir dam, tutunacak bir dal bulup da yorgun gövdemizi koyup denklerimizi açtığımızda ıstırap ve kederin gölgesinin anılarımızın gölgesini örtmüş olduğunu fark ettik
O günden beri gölgesizdir anılarımız.
Dengimizi açıp kederlerimizi yaydığımızda da bir şey daha fark etti ki; gölgesi ulu halife bir kama, bir kılıç gibi Gayr-i Müslümlerin, Gayr-i Türklerin arasına sokmuş biz yeni gayrileri. Ol nedenle kayıplarımıza ağıt yakmaya, onların yasını tutmaya vaktimiz olmadan bir kargaşanın, bir altüst oluşun içinde bulduk yaralı yorgun gövdemizi. Ama kimseye zarar vermek istemedik durup dururken; bazen ateşe yangın, taşa kaya, bıçağa kılıç olduksa hep tutunmak, hep kök salmak, hep ayakta kalabilmek, hep barınacak bir yer içindi çabamız.
Keskin bir kılıç hızıyla geçti zaman. Bir de baktık ki Cennet- Mekan Halifenin toprakları dahi bir yok oluşun, bir yangının ortasında. O vakit bütün ayrı gayrilik kalktı, hep bir olup savunduk bu yeni vatanımızı. Can verdik, can aldık, kan verdik, kan aldık. Cephenin sacayağından bazen ikisi olduk, bazen biri. Ama savaş bittiğinde kurulan galipler masasında oturacak bir tabure bile bulamadık kendimize. Unutulduk, bir kenara itildik yine ayrı, yine gayri olduk, diğer ayrı gayriler gibi. Dilimiz, kimliğimiz yasaklandı. Farklılığımız ayrı bir renk olarak görülmedi.
Niyedir, nedendir? Diye soranlarımız olduysa da susturuldu. Ayrı dile ayrı kimliğe ne gerek, bizim dilimiz kimliğimiz herkese yeter, siz de biz de biziz dendi.
Yıllar yılları kovaladı. Büyük kentlerde olanlarımız bu yeni düzende, yeni yaşamda kendi dilini, kültürünü unuttu, eriyip buharlaştı. Zamanın kıvrımları arasında unutulmuş uzak uzak köylerimizde ise zamanın keskin kılıç hızı yavaşladı, durgun akan bir ırmağa döndü. Anılarımızın üzerindeki ıstırap ve kederin gölgesi kısaldı. Babaannelerimizin, anneannelerimizin küçük anı kırpıntıları kah ağıt, kah masal tadında çocukların kulaklarına fısıldandı. Bu çocuklardan büyük büyük kentlere okumaya gidenler kendilerinden olanları buldu. El ele verildi, düğün dernek kuruldu. Pışınemizin sesini duyan geldi, duyan geldi. Önce elini, ayağını getirdi; sonra dansını, neşesini, ezgisini, daha sonra kırık dökük anılarını, en sonra da yüreğini, beynini. Gönül gönüle verildi, kitaplar okundu, dergiler çıkarıldı. O dergilerde öyküler şiirler, kırık dökük anılar yayınlandı. İlk defa kendi sesimiz, soluğumuz duyldu. O zaman birileri geldiler; geleneklerimize sığındığı, dilimizi bildiği için büyük, bizleri inandırmaya uğraştığı için küçük, ama her yerde her zaman görevli birileri. Ve o birileri eski sözleri tekrar ettiler, ama tek farkla, bu sefer kendi dilimizle konuşuyorlardı: “Ne gerek var, ayrı gayriye, onların kimliğe hepimize yeter. Sürüden ayrılanı ya ayı ya kurt kapar.”
Ama kervan bir kere çıkmıştı yola. Ağır aksak, eksik gedik olsa da büyüdü gelişti derneklerimiz, beş, on, yüz oldu.
Derken zaman aktı, koca dünya köy oldu. Yerel olan ulusala, ulusal evrensele evrildi. Her köşedeki, her kıyıda ki ses ve nefes işitilir oldu. Derneklerimiz de ince sicimken kalın halat oldu. Ana vatanımızla aramızdaki buzlar eridi. Onların sesi sesimize, dili dilimize güç kattı. Ama eksiklerimiz de, zayıflıklarımız da görüldü; eskinin aklının tek başına yeniye, yeninin tek başına eskiye yetmediği.
Bugün gazetemiz, dergimiz, sanal ortamda kendi adımızla onlarca sitemiz, buralarda yazıp çizen aydınlarımız var. Onların da farklı farklı görüşleri, farklı farklı bakış açıları var. Bunların hepsi bizim zenginliğimiz, çeşitliliğimiz, gücümüz.
Ama bildiğimiz de çok önemli bir doğru var. Bütün canlıların, bütün kavimlerin bildiği, ta tarihin karanlık dönemlerinden süzülüp gelen ilmik ilmik beynimize işlenmiş bir doğru; bütün ırmakların, bütün farklı çayların, bütün küçük derelerin hep ona aktığı denizler gibi kucaklayıcı, sarsıcı bir doğru; o da: birlik olmak, ince ip, yalın kılıç, tek yamçı değil; kalın halat, çok kılıç, hepimizi kucaklayan büyük yamçı olmak. Bütün farklılıklarımızı, bütün ayrılıklarımızı bu ana yol, bu kalın halat, bu güçlü temel üzerinde örgütlemek, buna dokunmadan, buna halel getirmeden tartışmak, görüşmek, örgütlenmek.
Bugün birileri; dünya küçülüp tek bir köy olurken hâlâ birileri; kendileri birleşik devletler adını alırken, ulus devletlerini birleştirmeye çalışırken hâlâ birileri; daha dün “sizin hiç ayrı soyunuz olmadı, diliniz olmadı, bizim dilimiz kimliğimiz hepinize yeter” diyen birileri; bu gün bize; “siz ayrılın, aslında siz bir, iki değil, üç, beş on soysunuz. Kültürünüz birse ne çıkar, önemli olan dildir, etnik kimliktir, hem demlenen ayrılıklar daha güçlü kılar sizleri” diyorsa
Durup düşünmek lazım, hem de bir kere, on kere değil, yüz kere, bin kere düşünmek lazım ve büyümek lazım, damlalarla birleşip büyümek lazım. Bizim artık başkaları için akıtılacak kanımız, verecek canımız yok. Biz yaşamak istiyoruz. Kendi dilimiz, kendi kültürümüz, kendi rengimizle yaşamak.
Okyanusa düşmüş mülteci bir damlayım
Bütün damlalarla aynı saftayım
Alın yüreğimi yüreğinize damlatayım
Damlasın dursun yüreğim
Ta ki yeryüzündeki en son mülteci vatanına kavuşana kadar
Not: “Çerkesya net” web sitesinde yazan bir yazar, daha önceki tatsız bir polemiğe atıfta bulunarak “ Adnan Özveri bizim için Nihal Atsız’ın çocukları” dedi diyor. Bir defa, ben kimseye ama hiç kimseye Ne Nihal Atsız’ın çocuğu ya da çocukları demedim. Birilerinin çocuğu anlamındaki bu üslup kesinlikle benim üslubum değildir.
O konuya kısaca değinecek olursam: O tartışma aslında hiç de severek, hoşlanarak yaptığım bir tartışma değildi. O nedenle zordu benim için. Ama yazılması gerekiyordu. Çünkü yaşamımızın her aşamasında hep şoven- milliyetçi yaklaşımlara karşı çıkmıştık. Ezilen halk milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kaba koyacak değildik kuşkusuz. Ama şovenizmle hak arama arasındaki ince çizgiyi de görmezlikten gelecek değildik. O nedenle kaleme almıştık o yazıyı. Kısaca ne dediğimize değinecek olursak: Nihal Atsız’ın “İsteyen herkes, Türküm diyen herkes Türk olamaz, Türk olmak için Türk anne babadan doğmak, Türk kanı olmak, Türk soyu olmak gerekir.” Sözlerini ele alarak; kısaca görüşlerini “Çerkes’im diyen herkes Çerkes olamaz, Çerkes olmak için, Adige olmak gerekir.”şeklinde özetleyebileceğimiz yazarın sözleriyle karşılaştırmış, “bunlar arasında ne fark var Allah aşkına, bir grup Çerkes aydınımız 50 yıl önceki Türk şovenisti Nihal Atsız’la kucak kucağa. Bundan üzüntü duymamak elde değil” demiştik. Sonradan baktığımızda o yazıda 50 yıl sonra aynı düşünceyi paylaşıyorlar anlamında kullandığımız fikirsel “kucak kucağa” sözcüğü yerine, aynı anlama gelecek başka sözcük kullanabilirdik şüphesiz, o da bizim bir eksikliğimiz, bir hatamızdı.
Ancak ben kimseye, çok daha farklı anlamlara çekilebilecek, “Nihal Atsız’ın çocukları” demedim. O benim üslubum olmaz. Bunun böyle bilinmesini isterim.
Saygılarımla…