Kocaman çuvalları sürükleyen, saatlerce kalkış saati bir muamma olan uçağını sorgusuz sualsiz bekleyen, bin bir sıkıntıyla bindiği uçakta üstüne başına çeki düzen verip makyajını yapan ve uçağa bindiği yerden daha beter bir eziyetle memleketinin havaalanında cebelleşerek gümrükten geçen ve ertesi gün pazara mal yetiştirmek zorunda olan pek çok kadın…. Bavul ticaretinin yeni başladığı yıllardı, (neden bavul denmiş onu da anlayabilmiş değilim, belki de çuval kelimesi biraz kaba kaçıyor diye mi acaba!). Anavatan kadınlarının tüccar kimliği ile 1992 yılında ilk Nalçik seyahatimde, Atatürk Havalimanında, diğer ülke seferlerinden tecrit edilmiş meşhur “C Terminali”nde tanışmıştım.
Çerkes kadınlarının dillerini, düzenlerini hiç bilmedikleri başka ülkelere giderek üstelikte fiziksel güç gerektiren boyutlarda ticaret yapmaları bizlerin hiçte alışık olmadığımız bir durumdu (hele ki erkekleri bile ticaretten anlamayan bir topluma mensup iken!). Ancak Nalçik’te yaşamaya başladıktan sonra gerçeği daha iyi algılamaya başladım.
Her biri eğitimli olan ve Sovyetler Birliği zamanında muhtemelen mesleklerini icra eden Çerkes kadınları, birkaç yılın içerisinde ters yüz olan yaşamlarının, eski dingin halini sanki hiç hatırlamıyor gibi yeni, aktif ve eziyetli yaşamlarına iyi uyum sağlamış izlenimini veriyorlardı.
Sergiledikleri fiziki gücün ötesinde daha başka pek çok konuda, ekonomik, sosyal, kültürel, eğitsel pek çok işi başaran, bürokrat, şair, yazar, gazeteci, sanatçı, işletme sahibi, memur, pazarcı, öğretmen, akademisyen, işçi vs. her iş kolunda çok sayıda kadın tanıdım ve gözlemledim. Hemen hepsi eğitimli olan bu kadınların pek çoğu aynı zamanda birer anne oldukları için, ailesini bir arada tutmaya çalışan, -iflah olmaz bir rehavete sahip çalışmayan kocaların- aile fertlerinin gelir-gider durumlarını denkleyen, okullu çocukların durumlarını halle yola koyan kişilerdir. Eğitim aldığı konuda çalışıyor olsa da olmasa da yine hemen hepsinin bir işte çalışıyor olmaları haliyle sosyalleşmelerini gerektirdiği için toplumda bir yer edinmişlerdir genellemesini de rahatlıkla yapabiliriz diye düşünüyorum.
Nüfus yapısı olarak –çok uzun yıllar süren savaşlar nedeniyle ve daha başka faktörlerle de olsa- erkek nüfusunun kadın nüfusa oranla daha az olması kadınları sayıları itibariyle daha fark edilir kılıyor ancak, sadece sayıca fazla olduğu yaklaşımıyla kadının oluşturduğu artı değerleri ve topluma katkılarını görmezden gelemeyiz.
Türkiye’de de anavatanda da herkes gibi ben de çok duydum “kadının yeri Çerkeslerde çok önemlidir, değerlidir” vs. söylemlerini. Ancak, bizim toplumumuzda bu değere mazhar olabilmiş, “erkeklerin ardından gelme” önkoşulu dayatılmamış pek Çerkes kadın örneği yoktur. Buna rağmen sahip olduğumuz manevi değerlere kadınlar açısından baktığımızda fazla sayıda örneği olmasa da aslında oldukça uygar çizgiler taşıdığını görürüz. Tıpkı kadın ve erkeğin aynı ortamları beraberce paylaşabilme özgürlüğü ve olgunluğuna sahip olmaları gibi. Buna karşılık hem diasporadaki hem de anavatandaki Çerkes kadınların yazgısının acıklı haline de tanık oluruz. Çerkeslerin yumuşak başlılığı, mülayimliği beraber yaşamak zorunda kaldıkları toplumlara, kültürlere kolaylıkla entegre olabilmelerini sağlamıştır. Bununla beraber dini ve ahlaki değerlere koşulsuz bağlılıkları ile namus ve ahlakları çok iyi korunmuş Çerkes kızlarının, kadınlarının eğitimsizliği ve asosyalliği beslenmiştir. Özellikle de diasporada “çaresizlik öğretilmiş”tir. Ailesinin dışındaki dünyada bir yeri olmadığını düşünen, iradesi ipotek altına alınabilen kadınlara sahip bir toplum haline geldik zamanla. Yani seçim yapma hakkı verilmediği için başkalarının kendisi için yapmış olduğu seçimleri yaşamak ve katlanmak zorunda kalmıştır Çerkes kadınları. Hadi eskiden böyleydi diyelim. Az da olsa kendimizi iyi hissetmek için.
Evin tek ve kıymetli kız evladı olmama rağmen, üç erkek kardeşimin tek kale maç yapabilmesi için “ya kaleci olursun ya da kaleci” adil seçeneğini bana sunarak oyuncu eksikliğini nasıl giderdikleri geldi aklıma. Erkek kardeşlerim maç yaparken tüm golleri ben yemek zorundaydım. Gülümseyerek hatırlıyorum ancak artık çok şey değişti demekte istiyorum bir yandan.
Tabi ki daha vahim durumda olan toplumlarla, halklarla kıyaslanınca gene de her şeye rağmen iyi gibi görünüyor halimiz. Bilgi çağında yetişen gençlerimiz bizlerden çok daha farklılar öyle de olmalılar. Gençlerimizin nasıl yetişeceği ise yine bizlerin elinde bunu da unutmamalıyız.
Nalçiğe ilk geldiğim yıllarda SSCB yeni dağılmış ve tam geçiş dönemi yaşanıyordu. Üretim birimleri durmuş ya da çok düşük kapasitelerle çalıştıkları için mal sıkıntısı vardı. Ev eşyasından mutfak gereçlerine kadar aklınıza ne gelirse bulmakta zorlanıyorduk. Bizden önce buraya gelip yerleşmiş olan ailelerin hanımları adeta birer eşya avcısı gibi nerede ne satılmakta biliyorlardı. Kendi ihtiyaçlarını ararken mağazalarda ne var ise hafızalarına kazıyarak birbirlerini haberdar ediyorlardı. Bu kadınlar Türkiye’de yaşarken tüm temel ihtiyaçlarını giderecek donanımlara evlerinde sahiptiler tabi ki. Öyle olmasına rağmen yeniden inşa etmeye çalıştıkları düzenlerinde zorlukla bulabildikleri her şey onları mutlu ediyor ve haz veriyordu. Açıkçası bu durumdan pek şikayetlendiklerini de duymadım. Demek ki insan isterse her ortamda yetinmeyi ve mutlu olmayı ya da tam tersi doyumsuzluğu ve mutsuzluğu kendi iradesi ile yaşayabiliyordu. Biraz şaşkınlıkla da olsa ben de aynı koşuşturmanın bir parçası oldum kısa zamanda.(15 yıl öncesinin koşullarından söz ediyorum. Artık çok şey değişti.)
Anavatanın, konusunda üretken, uzman olan yani yaşamda maddi-manevi söz sahibi olan kadınları özel yaşamlarında da oldukça aktif, iş bitirici ve tutarlılar. Neye göre? sorusu doğuyor burada. Tabi ki karşı cinse, erkeklere göre ve başka milliyetlerden olan hemcinslerine göre. Çünkü yapmakta olduğu iş ne olursa olsun tüm yoğunluğuna rağmen, şefkat, sevgi, saygı, gelecek kaygısı gibi duygular erkeklere oranla kadınlarda daha yoğundur ve çocuk eğiten insan olma özellikleri onlara daha da ayrıcalık kazandırmaktadır.
Sayıca çok olmak, ekonomik özgürlük, eğitimli olmak, aile içi otoriteye sahip olmak bile ne yazık ki hala toplumda “erkekten sonra gelme” kompleksinden kurtulmalarına yetmiyor. Şeklen de olsa” 2. sınıf vatandaş“ elbisesini giymeyi kendilerine reva görüyorlar halen. Xabze böyle gerektiriyor diye bilmem kaç asır önce düşünülmüş (belki de düşünülmeden) uygulanmış, topluma teşmil edilmiş davranışlar sanki değiştirilemez birer tabu gibi sırtımızda kambur hala. Hala ata binmiyorsak, yemeklerimizi elle yemiyorsak eğer zamanın koşulları değiştiği, zaman koşulları değiştirdiği içindir. Burada çok sıradan bir örnek geldi aklıma; bir yakını ölen evin gelini (sosyal-maddi durumu ne olursa olsun) günlerce lokum pişirip komşularına dağıtmak zorundadır (Nalçiğe ilk geldiğimde her gün lokum getiren komşunun bize hoş geldin mesajı verdiğini düşünmüştüm!). Ekonomik üstünlüğün bile halen pek çok yerde bozamadığı toplumsal eşitliği xabze öyle gerektiriyor aldatmacasıyla sırtlanmış taşıyor olmak kadınlar için gerçekten eziyet verici.
Geçmişimizdeki sahip çıkmamız gereken değerlerimiz ile tamamen sıyrılmamız, kurtulmamız gereken şeyleri doğru seçmeliyiz. Fiziksel gücün bizlere adalet sunmasına fırsat vermemeliyiz. Thrasymachuz’un dediği gibi:”Adalet dediğimiz şey, güçlü olanın çıkarından başka bir şey değildir!”.
Dünyanın pek çok ülkesinde de kadınlar erkeklere nazaran hayata dair konuların bir çoğunda daha kararlı, daha üretkendirler mutlaka. Ancak Çerkes kadınları diğer milliyetlerden olan hemcinsleriyle kıyaslanınca sanırım bir adım öne çıkmayı hak ediyorlardır. Yıllar önce “Önce Kadınları Vurun !” adında Eileen Macdonald’ın yazmış olduğu bir kitap okumuştum. Bu emir veya tavsiye diyebileceğimiz vurgu, Alman polis güçlerince eylemlerde görev alan polislere nasihat olarak kullanılırmış. Eylemcilerle güvenlik güçleri arasında meydana gelebilecek bir çatışma esnasında “eylemcilerin aralarında bir kadın var ise önce onu yok etmelisiniz!” çağrısı yapılırmış. Çünkü canlı yakalanan bir kadın eylemcinin direncini kıramazsınız, sağ kurtulan bir kadının ise sonradan meydana getirebileceği hasar şuankinden çok daha büyük bir motivasyonla organize edilmiş ve yıkıcı olacaktır endişesidir. Kadınların gücünün asla küçümsenmemesi gerektiği anlatılmak istenmektedir. Bizim milletin sıradan kadınları, tıpkı bu kitapta vurgulanan sıra dışı ve güçlü eylem kadınları kadar güçlüler bence, hedeflerindeki eylemler kitaptaki örneklerle örtüşmese de. Bu kadar güce rağmen önlerindeki “erkeğe endeksli xabze engeli” onları yaşamlarında bazı konularda oldukça yavaşlatıyor. Bu da anlaşılabilir bir durum değil haliyle.
Kadınlardan oluşan bir toplulukta sadece bir erkek dahi bulunsa yaşı, eğitimi, sosyal statüsü ne olursa olsun başköşe ona aittir. Bu durumu değiştirmeyi bırakın, tartışılamaz bile. Erkeklerden oluşan bir topluluğun karşısında konuşması gereken bir kadın hepsinden daha eğitimli ve kariyer sahibi ise de “Onlar erkek! Öyle karşılarında ağzı dolu dolu nasıl konuşurum, ayıp değil mi?!” mantalitesini taşır. Yani şunu demek ister: ”Bu erkek topluluğuna tabi ki hitap edebilirim ancak ben bir Çerkes kadınıyım ve bu nedenle de onlara kendilerini benden daha üstün hissetmeleri için elimden geleni yapmakla mükellefim. Onlara olan saygımı, karşılarında özgürce konuşmayarak, hareket etmeyerek gösteririm.” Tabi ki bana çok aykırı gelen bu düşünceye sahip tanıdığım her kadını sabırla ikna etmeye çalışıyorum. Çünkü hemcinslerimin hak etmedikleri bir ezilmeyi, mağduriyeti, hor görülmeyi yaşamalarını ve bunu evlat yetiştiren insanlar olarak diğer nesillere aktarmalarını istemiyorum. Kimseyi egemen kılmalarını, hayata 1-0 yenik başlamayı kendilerine reva görmelerini istemiyorum. Hayata eşit şartlarda başladığımızı önce kendimiz benimser isek kimseyi de egemen kılma derdimiz ve arayışımız olmaz.
Anavatan hastaneleriyle -çok fazla olmasa da –tanışıklığım olmuştur. İlk deneyimimde 10 gün içinde birkaç yıla bedel şeyler gözlemiş ve öğrenmiştim. Bu insanların etleri, kemikleri, sinirleri farklı mı acaba diye düşündüğümü hatırlıyorum. Acıya bu kadar dayanıklı, sinirleri bu kadar güçlü, bu kadar sabırlı olamazdı insanoğlunun “kadın”ları. İğne batırılan yer acır ama bizimkilerin acımıyordu, ameliyat için işlem gören organizmanın bir yerleri acımaz mı, hayır. Mutlaka acıyordur da bu duyguları dile getirmeyi, nazlanmayı bilmedikleri için dışarıdan çok çetin görünüyorlardı. Belki de nazlandıracak kimseleri olmadığı için bu gerçekle yaşamaya alışmışlardır, biz diasporada yetişenler ise ne kadar nariniz diye düşünmüştümkendimce.
Bazen de tüm bu ezilmişliklerine rağmen hayatın içinde her nerede iseler sergiledikleri özverili performanslar ile edindikleri yer, onlara olan saygımı ve takdirimi biraz daha arttırmakta. Sadece manevi değerlere biraz daha sahip çıktıklarında aktif yaşamlarında zaten başardıkları “kendi ayakları üzerinde durabilme yetileri “ ile çok daha muhteşem sonuçlara ulaşabileceklerdir diye düşünüyorum.
Sahnede komedi oynarken, sınıfta ders verirken, şirket yönetirken, hastanede çalışırken, restaurantlarda yemek yaparken, taksi şoförlüğü yaparken, duvar boyarken veya aklınıza gelebilecek her türlü işte ve hatta pazarda kavga ederken bile. Yani her yerde çok başarılılar. Adığe kadınları gerçekten doğru anlatmak aslında çok fazla detaya girmekle mümkün olabilir. Ben sadece genel olarak, biraz da kadınsı gözlemlerimle anlatmak istedim. Bir de diasporayı bilerek karşılaştırmak ve bazı değerlendirmelerde bulunmak çok daha kolay olsa da “farkındalık” boyutu üzücü oluyor.
Diasporamızda, Çerkes kadınların çoğunluğu, mesleği ve sosyal konumu ne olursa olsun bence fazla evcimenler. Evlerine, düzenlerine sıkı sıkıya bağlılar. Çok çeşitli ve lezzetli yemek yapabilmek, evin düzenli temiz olması, kumaşın hasından, eşyanın klasından iyi anlıyor olmak çok önemli onlar için. Bunlar iyi şeyler belki ama bu ve benzeri birçok nedenden dolayı bulundukları ortama kök salmaları kolaylaşıyor. Bulundukları ortama öylesine güzel uyum sağlıyorlar ki içgüdüsel sahiplenme duyguları sonuna kadar onları sabitliyor bulundukları yere. Herhangi bir sıra dışı durumu ve yaşamlarına renk katabilecek şeyleri yaşamaktan uzaklaşıyorlar. Gündemin dışında ya da kıyısında gezmeyi tercih ediyorlar. Hele ki almış oldukları aile terbiyesi ve yetiştirilme tarzları nedeniyle, başka milletlere mensup hemcinslerine nazaran kabukları çok daha derin ve kalın şekillenmiş oluyor. Kır kırabilirsen… Ancak kız çocukların eğitim alma özgürlüğü, artık eskiden olduğu gibi ailenin erkekleri tarafından kısıtlanmadığı için, eğitimli kadınlar arttıkça, evinin duvarlarının ötesine bakabilen kadın sayısı da artacak demektir.
Örneğin diasporamızın kadınları, anayurt kadınlarını az çok tanımış iseler “sofra düzenini bilmiyorlar, çay servisi bile yapamıyorlar vs. vs..” şeklinde derin anlam içeren! eleştirilerini yaparken, kendi davranış kalıplarını ya da alışkanlıklarını farklı bir ülkede, kültürde yetişmiş insanlarda görmeyi ummaktalar. Oysa, çay servisini tepsiyle yapan bir mutfak kültürüne sahip olmayan o kadınlar en az bir üniversite bitirmiş, ekonomik özgürlüğü olan dünyanın her yerine kendi iradesi ile gidebilecek, çocuklarının geleceğini planlayabilecek yapıdadırlar. Varsın çayı da yapamayı versinler.
Keşke sihirli bir değneğim olsaydı diyorum, diaspora ve anavatan kadınlarını şöyle bir yoğurabilseydim; diasporanın terbiyeli, çekingen, eğitimsiz kadınları ile anavatanın becerikli, cesaretli, hırçın, kurnaz, ketum kadınları ile harmanlayabilseydim eğer sonuçta; eğitimli, kültürlü, becerikli, cesaretli, harika nesiller yetiştirebilecek , ulusal kaygıları olan ve üstelikte çay demlemesini bilen! kadınlar olurduk (ortak paydamız olan ‘köylülüğümüz ‘ gene peşimizden gelir miydi acaba? Bilemiyorum…)
Çerkes kadınlarının hepsi övgüyü hak eden yaşamlara ve kişiliklere sahipler mutlaka. Ancak ulusal kimliğine sahip çıkamayan bir milletin kadınları olarak anılmak istemiyorsak eğer çok işimiz var. Her birimizin üzerine çok fazla sorumluluk düşmekte. Kadın olmakla pasif olmayı eşdeğer görmekten sıyrılmak zorundayız. Bir arada olabilseydik keşke , ne kadar güçlü olurduk diye düşünüyorum…..
Hem Çerkes hem de kadın olmak,
köy kültürüyle yoğrulup şehir havası solumak,
zor ama keyifli bir ayrıcalık….